30 Eylül 2009

son eylül akşamında...

beynim yorgun. herhangi bir mesaj alamayacak kadar yorgun. ama enerjim halen tükenmedi nedense... bu durumda da yapılacak en iyi şey yatağa uzanıp müzik dinlerken hayal kurmak ve sakin sakin düşünmek sanırım. yani uzun zamandır yapmadığım şey... gün boyu telefon trafiğinden serseme dönmüş zihnim dingin sularda şu anda.. sesim de çatallanıp kısılmanın eşiğinden dönmekte... bu yazıyı da bitirip müzik ve hayallerimle başbaşa kalacağım şimdi... hmmm pek huzurlu...

bu pek sevdiğim şarkı da kendime armağan olsun;
yorgunsun
akan sudan daha çok yorgunsun
yalnızsın
bir damla kadar göl içinde yalnızsın

...

İş hayatı ne kadar erkeksi öyle değil mi?
Bugün birisi bana ''sinirlenme el kol yapma şimdi'' dediğinde bir kez daha anladım bunu. Ben ki bi nevi İspanyol esintileriyle ellerimi kullanarak konuşan bi insanım. Bu konuda üniversitede gördüğüm 'beden dili' dersinden nasibimi almamışım demek ki.. Ama seviyorum elimde değil:)
(Bak burada kelime oyunu yaptım, yakaladın mı okuyucu?: ) ) Ama demek ki yanlış anlaşılmalara sebep olabiliyormuş...
Her neyse.. Demem o ki etrafınızda sert kelimelerle konuşan insanlar varsa, siz de o derece sert bir duvar örüyorsunuz. Duvar derken alışkanlık duvarı, ama tabii başkalarına karşı. Ve gitgide, tahminen en uç noktaları gördükçe, kırılma, alınma, şaşırma eşiğiniz yükseliyor. Ehh bu da iyi bir şey olsa gerek.

27 Eylül 2009

ayrıntı

- şuraya gittim, buraya gittim, şunu yaptım, bunu yaptım.
- kimle?
- yalnız. artık hep böyle...
- niye x yok mu, onunla niye gitmiyorsun?
- yok... denecek kadar az.

birinin 'hayatımdaki' yeri için 'yok denecek kadar az' sıfatını kullanmak ne acı. artık hergün yeni bişeyde anladığım gibi bir kez daha anladım bunu.

25 Eylül 2009

aşk böceği misiinnn?

- hadi kapat
- hayır önce sen kapat.
- hayııır seenn.
behlül-bihter ikilisi bile bu moda girdi ya artık kendimden utanıyorum. ömrü hayatımda yapmadım bunu. hiç öyle romantik bi aşık olamadım. pek çok erkek gibi ben de incelikten uzak geldim öyle de gideceğim. yani en az 'hiç ince değilsin' dediğim adamlar kadarım ben de... hayıırr sen kapat demek yerine tribe bağlıyorum ben sanırım. ordan kaybediyorum işte! halbuki şirinlik yapsan krema kıvamında kapanacak o telefon ya da her ne iletişim aracıysa...
eski biri mesela tam öyle biriydi ki bu yüzden eskidi. öyle bi 'aşkııaammmm' derdi ki gülmek ister ama gülemezdim. erkek kısmının daha aşk böceği olması trajikomik bir durum zira..
her neyse...
bu kısmen, 'zamansız' bir yapım olmasından kaynaklanıyor. çünkü mesela 15 yaşındayken bu tiplere 'ahahah bebelere bak' 'ıyyy mıç mıç bu ne ya' şeklinde küçümser dururdum. halbuki senin de onlardan bi farkın yok ki şaşkın. olmamalı yani. niye oluyor ki?
ama aslında her şey genel zevklere uymak zorunda da değil. ben o anı romantik buluyorsam, sevgimi, nazımı, kaprisimi, sevgililiğimi yansıttığımı ve anlaşıldığını hissediyorsam bitmiştir.
hiç akla gelmedik mekanlar, sözler, müzikler vs. vs olabilir...
mumlar, loş ışıklar, kırmızı kalpler ve kırmızı güller, 'aşkııamm' lar olmadan da aşk böceği olunabilir... birbirinizi hırpalamayın boşuna.

adresi belli not: yazıdan da anlaşılacağı gibi o kara kara bulutlar gitti gibi ama ''noldu sana?'' dendiğine göre yüzümde gölgesi kalmış. ama onlar da geçer, eminim...

waltz

before sunset'ten...

24 Eylül 2009

saklanmadan önce... maskesiz , filtresiz, korkusuz...

''kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
''
üşüyorum günlerdir... evde bile ellerim buz tutuyor, burnumın ucu üşüyor. bu mevsimde üşümeyi seviyorum. üşüyüp sonra ısınmayı... sıcak çayla içimi ısıtmayı, bluzümün kollarını ellerime çekmeyi, battaniyenin altına sığınmayı, o huzurlu heyecanı ve daha pek çok şeyi...
bu yazı sevdim.
ama sonbaharından, kışından korkuyorum. kendimi oyalayacak uğraşlar planlıyorum. ne kadar az vaktim olursa o kadar iyi olurum diyorum. mümkün olmayacağını bile bile kendimden uzak olmak istiyorum... 'hmmm sonbaharın nesini seviyorum, nesini sevmiyorum' diye durup düşünecek veya hissetmek isteyecek durumda olmak istemiyorum. zira umrumda değil! böyle bir yazıya oturmak istemiyorum. en çok da özlemek istemiyorum, üstelik böylesini... istemek istemiyorum hiçbir şeyi, duymak istemiyorum aklımdan geçenleri, dinlemek istemiyorum kalbimi ve görmek istemiyorum, şahit olmak istemiyorum hiçbir şeye.

yani bir ölüden değil ama bir makineden farksız olmak istiyorum.

uyumak istiyorum. uyandığımda hiçbir şey değişmemiş olacak belki ama ruhum duymadan zaman geçmiş olacak...

şu kadar zaman geçti diyoruz ya hani, bir o kadar daha geçecek ve sonra her şey bitecek...

22 Eylül 2009

nerde benim çatapatım!?!

Bayram tatili planlarım rotasını değiştirip geriye, yani evime yönelince ilk gün için, yapılacak en iyi şey evden çıkmamaktı. Böyle olunca da evde aile büyükleri bayram boyunca olmayacağı için herhangi bir sorumluluk da taşıdığımı düşünmedim ve mahallemizin çocukları hiç kusura bakmasın ama ben zaten aradığım 'evde tembellik' moduna girmişken, kapıyı açıp 'iyi bayramlaaaar ' sesleri arasında şeker çikolata ikram edemezdim. Etmedim. ( cıık cık cık ) Halbuki hazırlamıştım aslında, ama kapıyı çalan çocuklarla bile bayramlaşamayacak kadar asosyalim! ve aramam gereken kişileri aramayacak kadar da 'hayırsızım' şu sıra...

Ama o veletlere diyeceğim şu; bak yavru, nostaljik bi tonla konuşacağım ama; kız ol erkek ol, bayramlarda çatapatın yoksa, kızkaçıranın yoksa, 'para mı verecekler, şeker mi?' derdin yoksa, kırmızı rugan ayakkabıların yoksa ve kardeşinle, kuzeninle veya arkadaşınla gibip 'gazoz' alıp sallayıp sallayıp patlatmıyorsan... üzgünüm ama bayramın tadını bilmiyorsun... şimdi sizin o 'çocuk dünyası' nasıl bilmiyorum ama bu kadar küçük şeylerden mutlu olacak kadar' naif değil sanırım. Ben şimdi, kankama kurban bayramında 'msn'den o koyun zannettiğim ikonu yolluyorum mesela. Bu bayramda da şeker ikonu. Allahım nasıl bir geyik, nasıl eğleniyoruz anlatamam. Sizin için bu tarz şeyler, gerçek bir eğlence değildir umarım.

Her neyse...

Bir de şu var; nerde olduğu sorup durulan eski bayramlar benim için; keşke böyle olmasa dediğim aile, eş dost, arkadaş ilişkilerimde, umutsuzluğumda, mesai saatlerimde, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerde... kendimle mücadelemde, başkalarının mücadelesinde.. ve saymayacağım bir çok ayrıntıda...
ve hal böyleyken ilk sabah babamın bayram namazından gelmesi ( aslında sadece bu konuya değinmek istiyordum ama vazgeçtim. benim için çok hassas bir kavram olmuş...) ve sonrasında gelen misafirleri, evin hanım kızı gülümsemesiyle babamla birlikte ağırladıktan ve en yakınlarımla bayramlaştıktan, babanemi, dedemi kabrinde ziyaret ettikten sonra, bi istisna olarak bu bayram yalnız ve asosyal kalan ben; film, alışveriş, uyku, yemek ekseninde zaman geçirdim durdum. Birazdan da bu dörtlünün alışveriş ayağıyla devam edeceğim...

Umarım başkalarının bayramı halen çatapat heyacanında anlamını korumaya devam ediyordur.

19 Eylül 2009

invisible kid

yeni açtığı blogunu bulmam için satır aralarında şifreler vererek, son günlerde pek bi zehir gibi çalışan kafama bi sürelik error verdiren, öyle zannediyorum ki 'blogger filan deme, bana ters!' diyecek olan ama taze blogger, abilerin abisi, artık sormadan da, sence öyle midir, böyle midir? demeden de yazdıklarından bişeyler öğrenebileceğim ve iddia ettiğine göre görünmez adam f'ye hoşgeldin armağanımdır...

Invisible kid
Got a place of his own
Where he'll never be known
Inward he's grown

heytt be metallica kimin için yazmış! :p:))

14 Eylül 2009

kürk mantolu madonna II

Gözlerim doluyor, taşıyor hatta... İki gündür yol boyunca okudum, okudum...
Bu kitabın bana neler yapabileceğini henüz adım adım yaklaşırken, tuhaf bir şekilde karşıma çıkarken sezmiştim. Buna rağmen sanırım bana söylediği pek çok şeyi daha önceden farkına varmamış ve düşünmemiş olsam, daha fazla sarsılırdım. Şimdiyse bildiğim şeylerden emin oldum ve görmediğim kapıların ardını gördüm. Dahası olamaz sandığım derinliklere indim ve en somut haliyle, geçen yıl yazdığım bir yazıda sözünü ettiğim bir şeyin hayat bulmuş halini gördüm:
Maria’dan sonraki ‘onsuz’ hayatın hiçbir anlamı olmaması…
***
Raif Bey bir gün soruyor; "Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar mesut çok mesut edebiliyor?" diye.
Ben de düşünüyorum; ''nasıl oluyor da, bir insan başka bir insanın düşünüp hissettiklerini, bu denli aynı ruhla, sanki aynı kelimelerle ve aynı tondaki renklerle, aynı nefesle yazabiliyor, resmedebiliyor?''

Aklım bunu almıyor. Ama garip bir doğallıkla kabulleniyor.

Uzun zamandır, kendimden bile sakınarak, 'o kadar olmamak' için direndiğim halde, dayanamayıp anlatmaya çalıştığım hemen hemen her şeyi Raif Bey'in satırlarında bulmak, yazmadığım, söylediğim, içime sakladığım o hisleri, milyonlarca aşık varsa milyonlarca aşk tanımı olduğu halde, yıllar evvel yazılmış satırlarda bulmak, sanırım muzicevi bir rastlantıdır. Ve eminim ki bugüne dek olmadığı gibi başka hiçbir hikaye daha doğrusu karakterle bu kadar benzer olamam.
***
Çok çok daha fazla yazabilirim. Tüylerimi ürperten, gözlerimi dolduran ayrıntıları anlatabilirim. Hatta yazılmamış ama var olduğunu hissettiğim şeyleri anlatabilirim. Ama ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım bu tarif etmeye çalıştığım şeyi, beni neden bu kadar etkilediğini anlamak için, önce ‘onları’ sonra da ‘bizi’ tanıyıp anlamış olmak gerek sanırım. Buna da lüzum olmadığına göre ve anlattığım hiçbir şeyin bir anlamı olmadığına göre, hikayeye daha fazla kendimi bulaştırmadan konuya anlamak istemediğim tek cümlesiyle noktayı koyuyorum.

" 'demek beni kıskanmıyorsunuz ha?' 'Beni sahiden bu kadar çok mu seviyorsun?' ''

ilk yazı için...

11 Eylül 2009

this is the life

içim kıpır kıpır değil ama öyle olduğu zaman bu şarkıya denk gelirsem daha da bi kıpır kıpır oluyorum. sen ne güzel bi şarkısın, this is the life.

10 Eylül 2009

9 Eylül 2009

ilham yağmurları

''Dışarıda yağan yağmur sizde ne gibi duygular uyandırıyor'' diye başlardı pencereden bakarken, buğulu sesiyle lisedeki edebiyat hocam. Nasıl olurdu bilmem ama her komposizyon sınavında yağmur yağar, biz bu cümleyi duyardık ve ''dışarıda yağan yağmur'' toprak kokulu, ıslak, soğuk, karanlık ve hüzünlü satırlara dönüşürdü her defasında. Başka türlüsü mümkün mü ki zaten?
İlk ders olursa bir de. Ellerim ıslak, saçlarımda su damlacıkları ve kıpkırmızı olmuş burnumla, yani kendimde en tiksindiğim halimle ben... Altına imzamı atmadan, tamam daha doğrusu sol üste adımı yazmadan da tanınabilecek satırlar yazmaya çalışırdım pek de farkında olmadan. Belirlenmiş bir konuda yazmaktan hiç hoşlanmadığım halde bu biraz daha özgür gelirdi.
O zamanlar saf duygu ve düşünce harmanlı stilime, bildiğim hiçbir şeyi yansıtmamanın doğru bir şey olduğunu sanırdım nedense...
Ta ki hocam 'ismin olmasa da anlarım sen olduğunu ama bilgilerinle besleyebilsen bir de'' gibi bir şey söyleyene dek...

Zamanla ne demek olduğunu anladığım bu cümleye o gün sevindiğim kadar üzülmüştüm de...

Fakat şimdi, o günlere ve sonrasına inat, yağmur artık ilham vermiyor bana. Evde de, ofiste de odamdan baktığımda dibimde ağaçlar görüyorum. Perdelerimi biraz daha açıyorum. Aralık olan camımdan içeri yağmurun sesi, kokusu, serinliği giriyor. Biraz üşürsem üzerimdekinin kollarını çekiştiriyorum ve mümkünse çayımdan bir yudum alıyorum. Bu an yetiyor. Her şeye hazırım gibi geliyor o an. Tamam diyorum, üzülelim, mutlu olalım, ağlayalım gülelim... Hazırım...
(Tabii bunları yağmur birilerinin felaketine neden olmadığı zamanlarda hissedebiliyorum.
)
Ve o an gerçekten orada oluyorum. Çünkü hayalini kurmak istediğim hiçbir şey yok. Daha doğrusu yokmuş gibi yapmaktan yanayım. Yaşanmış ve tasvir edeceğim her şey de anlatınca benden çıkıp, başkalarının zihninde birer hayale dönüşüp bana yabancılaşacağı için kendime saklıyorum.

Oysa ki ne zaman ince ince yılın ilk karı yağsa, İstanbul'un bir ucunda, bir okulun arka sokağında küçücük bir öpücükle karışmış kar tanesiyle eriyen, saf bir aşığım ben.
ve ne zaman yağmur yağsa pek çok şeyim. Ama en çok, ince ince bir yağmurum, kalabalığın arasında tutmaya çalıştığı bir elim... Islak saçlarımı, kızarmış burnumu belki de ilk kez severken, sırılsıklam aşığım...

Şimdi ise tüm bunları geride bırakmış halimle, dingin, üzgün ama umutlu ya da hani böyle vardır ya neşeli gibi ama hüzünlü gibi bir şarkı misali halimle pencerenin önündeyim. Hiçbir şey yazmıyor, düşünmüyor sadece yaşıyorum. Çünkü bildiğim ve emin olduğum tek şey bana yetiyor...

edit: bu yağmurlara olması bu yazı. zamansız olsun.

7 Eylül 2009

zoom in zoom out

''Ama öyle olmuyor ki. Bir şeye canını sıkıyorsun, sonra bilmemkaç yıllık hayatını düşünüyorsun ve bundan sonra olabilecek kimbilir kaç yıllık hayatını... Baktığında o sorun ettiğin şey küçücük kalıyor. 'aman ya buna mı üzülücem' diyorsun. Geçmişe bakıyorsun, sonra bugününe şükredip, her şeyi geleceğe teslim ediyorsun. Böyle düşününce tamam. Ama şimdiki zaman var! Geçmişte ya da gelecekte değilsin ki, şimdiki zamandasın Canını sıkan şeyleri yokmuş gibi yapıp ya da hafife alıp nasıl olsa her şey olacağına varır rahatlığını koruyamıyorsun her zaman.''

dedi mutfak masasında dün akşam.

Evet, sanırım yakınlaşıp uzaklaşmakta bütün mesele.


4 Eylül 2009

Aynaya bakıyor gibi.


edit: çektim. aynısı olmadı ama olsun!:)
edit 2: yoğun istek üzerine...

ledorita bazen, yalnız başına fotoğraf çekerken aynen böyle oluyor:)
Etrafta 'odaklanan' var mı diye düşünüp gerilmekten konuya odaklanamıyor. Halbuki niye tırsıyorsun, baksana sen işine! Alışacak diye umuyorum:)

Not: Çizimin kime ait olduğunu bilmiyorum. Linki kaybettim:(

kürk mantolu madonna


"Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu..biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk.''

Bazı şeyler garip bir şekilde beni kendine doğru çekiyor, sağda solda, en tuhaf anlarımda karşıma çıkarak.
Bir gün bulunduğunuz yerde nefes alamayacak duruma gelirsiniz ve bir bahane ile, izin alıp 'kaçmaya' çalışırsınız. Ama izni verecek olan ve sizi bir bakışta çözen, yani gözlerinize çok hafif ama çok hafif bir bulut dahi düşse anlayacak, görecek kadar açık gözlere sahip biri ise, o izni almak kolay olmaz. saatler sürer anlatması. Gözlerinizdeki o bulut gitmeden, kalbinizin sıkışıklığı hafiflemeden bırakmaz. Sonra hadi şimdi git der... artık gitmeseniz de olur aslında. Ama gidersiniz yine de, fakat daha bir güçlü adımlarla... Sonra bir yerde oturursunuz. tuhaf bir özgürlük duygusu sarar heryerinizi. O günlerde sürekli bir şekilde yine karşınıza çıkan, zaten hep merak ettiğiniz ama nedense okumaya çalışmadığınız bir roman çıkar yine karşınıza. Bir an, yan masaya takılır gözleriniz ve eskimeye yüz tutmuş haliyle bir kadının ellerindedir: Kürk Mantolu Madonna.

Bir an önce kalkıp kitapçıya girip alınır, fakat sonrasında nasıl ruh hallerine düşüldüyse artık, bir kenara atılır, unutulur. Neredeyse bir yıl sonra hatırlanır. ve okudukça yavaş yavaş anlaşılır ki, aslında hiçbir şey tesadüf değil.
Şimdi her defasında korka korka çeviriyorum sayfaları.

"Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

***
* resim: klimt
benim de gözümde canlanan buydu.

2 Eylül 2009

yazmak ya da yazmamak işte bütün mesele bu!

saçma geliyor şu sıra.. neden bilmem. bir zamanlar kendime ve bloga verdiğim 'hisli mevzularda yazmayacağım' sözünü tutamamak da cabası.

kayıtsızlığın kaydı

* kayıtsızlaşıyorum son günlerde. cahilliğe vuruyorum. mesela şöyle oluyor;
-'' bak şimdi buna üzüldüm.''
-''üzülmek derken???''

**
gerçeklerden esintiyle kurgulanan, altyazılar'ın hemen hemen sonuna geldik ama henüz son bölümünü yayınlayacak cesaretim yok.

1 Eylül 2009

altyazılar (6)

Korktum o gün, o yolda yalnız başıma yürürken. Korktum demedim.
Üşüdüm. Çok üşüdüm...
Çok güzel bir sabahtı o gün. Yüzüme kocaman bir gülümseme kondurup da 'günaydın' demedim.
Tüm bunlara rağmen, o kadar çok şey söyledim ve yaptım ki...

-altyazılar-

altyazılar (5)

Birkaç kişiydik o akşam ve kimse yalnız değildi. O an orada olmasalar bile, varlardı. Yalnız hissettim yine ve yanına geldim. Telefonun çaldı. Dışında kaldım. Bir kez daha hatırladım; 'arta kalan zamanlar benim'di...

- altyazılar-

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi