26 Şubat 2010

vogue tr'den kareler...

derginin sayfalarına gömülmeden önce, modayla ilgisiz fotoğraflar...

24 Şubat 2010

bütün kara parçalarında, afrika dahil*

bu özgürlük, zamansızlık güzel de... çalışmayı özlemeye başladım. daha doğrusu düzenli hayatı... fakat iş ilanları bana göz kırpmıyor. o yüzden ben de hayalimdeki işlere göz kırpmaya başlıyorum. ama bu şimdilik iyi değil. yemek ve sinema sektörü biraz daha bekleyebilir... aslına bakarsan çalışmaya da pek niyetim yok. zira bazen çok saçma geliyor.. fakat daha fazla saçma gelmeden bir iş bulup çalışmam gerek...

galiba hayatımda ilk kez 'geçmiş zamanı' özlüyorum... bugüne dek ne çocukluğumu özledim, ne başka bir zaman dilimini... sadece bazı kimselerin hayatta, bazılarınınsa hayatımda olduğunu özlemiş olabilirim... şimdi keşke orda olsam demiyorum fakat içim sızlıyor bazı bazı...

heyecanlanmayı özlüyorum bir de... bahar kıpırtılarını...

izlediğim bir dizide bir kadın var... onda kendimi görüyorum bazen... hikayesinde biraz ve hırçınlığında, zoraki gülümseyişlerinde, gücünde ve zaafında...

bişeyler izlemek iyi geliyor bazen, unutabiliyor insan, kendini kaptırabiliyor, başka bir hayatın içinde hissedebiliyor.. bu yüzden reklamları sevmiyorum. çünkü reklamlar başladığında her şeyi hatırlıyorum, yüzüme gölgeler düşüyor... reklamlar başlayınca... ne kadar ironik !

yüzümdeki ifadenin anlamını biliyorum, sessiz sakinliğimin sebebini biliyorum... ama herkes farklı algılıyor.

yaşam destek ünitesi misali dostlarım; 'hayata dönüş operasyonu' hazırlıyorlar benim için... sanki hayatta değilmişim gibi.. bir enkazı kaldırmak ister gibi, savaşta aldığım yaraları iyileştirmek ister gibi... yapılacaklar ve yapılmayacaklar listesi uzayıp gidiyor... liste gidiyor da ben hala olduğum yerde...

''İnancını yitirirsen Tanrı sana sırtını döner. Ne Tanrıya ne insanlara bir yararın kalmaz. İşte benim sonum böyle geldi.” (**)

bazen her şeye inancımı yitirmenin eşiğine geldiğimi hissediyorum. orda takılıyorum bi süre... ve sonra geri dönüyorum... bazen daha çok inanarak, bazen değişerek... bu defa fazla oyalandım sanırım o eşikte... 'her şey anlamsız da bi sen mi anlamlısın?' diyorum içimdeki sese... o da 'evet' diyor utanmadan... ve aklıma sorular üşüşüyor; insan bazen kendine bile güvenemezken, nasıl oluyor da 'içindeki sevgiye' bu denli güvenebiliyor? ve bunu anlamak/anlatmak neden bu kadar zor oluyor?

her şeyin bir tek sebebi ama pek çok sonucu olması ne kadar garip öyle değil mi?...

şu yazdıklarım, yaptığım ve yapmadığım her şey.. kendime sorduğum sorular... dert ettiklerim... ya da öyle göründüğüm her şey... aslında o kadar önemsiz ki... çünkü insan bir iki cümleyle anlatamıyorsa asıl derdini ya da bir şeyi gizlemek istiyorsa, çok konuşur, çok laf eder... küçük şeyleri büyütür, didikler durur, yüksek sesle güler, süsler püsler...

ve birine kızmak ister ama kızamazsa etrafındakileri kırıp döker... kendi dahil..
biri onu sevmiyorsa kimse sevmesin ister... kendi dahil...
onu umursamıyorsa hiçbir şeyi umursamaz, umursanmak da umrunda olmaz...
biri ona inanmıyorsa, hiçbir şeye inancı kalmaz... kendi dahil...

tüm yaptığım bu.

---

* cemal süreya
** perhan


not: bu kadar açık ve kişisel bir yazı kime ne ifade eder bilmem. umarım okunmaya değecek bir sebep bulursunuz içinde..

fotoğraf: bir gün eski işyerimdeki masamda bulduğum ama şimdi kimlerin yazdığını unuttuğum not.

18 Şubat 2010

yanılgı

''bunca zaman ve bunca şeyden sonra yanlış anlaşıldığını anlamak ne garip.
üstelik tek kelime etmeden... ''

16 Şubat 2010

...

yazılara, şiirlere dökülünce çok mu sahte sandın aşkı?
bakabilsem doya doya
dokunabilsem, duyabilsem, söyleyebilsem...
tek bir satır bile yazmaz,
seni seviyorum der, susardım...

*

15 Şubat 2010

....

Sonra bir ses şöyle dedi;

''Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur.'' *

ve...

''Sonra gelip bana baktı.

İçinden geçen seslere kulak vermemek için bir şarkı tutturdu ve gitti. Sesini duyamayacağım kadar uzaklaşmıştı ki durdu ve geri döndü. Ne zaman geri dönse, gideceği vakte az kalmış demekti.''

2 Şubat 2010

Breakfast at Tiffany's

bu havada evde olmak varken, sabahın erken saatlerinde dışarda tek başına amaçsızca kalmak, gidebileceğin en uzak ve en sevdiğin yerlere sürüklüyor insanı... üşüyerek ve isteksiz de olsa... kitabın, müziğin, fotoğraf makinen... eldivenlerin ve şapkan... bolca da zaman...

...

kimseye kendini savunmak zorunda kalmak istemiyorsan, anlatma!
tüm iyi niyetle verilen akıllar ve yargılamalar bilmekten gelir.
o halde kimse bir şey bilmesin. içine at ve anlatma!

özlemek ve birkaç şey...

birini özlememeye çalışmak; birkaç film ve birkaç kitap
özleyince unutmaya çalışmak; birkaç film daha...
yazmaya çalışıp da yazamamak...
sesini unutmaya çalışmak; birkaç şarkı
gülümseyişini unutmaya çalışmak; yabancı yüzlerle tanışmak...
ve bulamadıkça hatırlamak...
birini aramamaya çalışmak, birkaç sokak, birkaç cadde adımlamak
yürümek, yürümek, yürümek...
üşüyüp yorulup bir çay içmek
çay içip de unutmaya çalışmanın saçmalığını anlamak...
birini özlemek; geri kalan her şeyi anlamsızlaştırıp
soluk ve ağır çekim yaşamak...
uykuya kaçıp rüyalarda teslim olmak...
yüksek sesli ve kalabalık yaşamak,
öyleyken hissetmezsin ya belki...

birini özlemek;
filmlerle, kitaplarla, şarkılarla, dostlarla avunmaya çalışıp
yapamamak...
yazamamak...
susmak ve susmak...

---
ledorita

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi