31 Ocak 2011

...sonra

'' bazı şeyler o kadar değersiz kalıyor ki o kadar olur.'' dedim.
'' e o kadar olur! '' dedi.

29 Ocak 2011

karar vermek

o kadar zor ki bazen... her iki taraf da aynı derecede ağır basarken.
siyah mı beyaz mı? doğru mu yapıyorum yanlış mı? iyi mi olacak kötü mü? sezgilerimle mi hareket etmeliyim yoksa mantığımla mı? saatlerce günlerce düşünürsün. aslında içten içe bir taraf ağır basar da bazen ama su yüzüne çıkmaz. ammavelakin iş dünyası zaman tanımaz pek... ve bir anda kararını verirsin. küt diye söylersin. ve hangisini seçersen seç, diğer şıkkı asla bilemezsin.

ama reddetmenin rahatlığı, hiç bilemeyeceğin bir durumu merak etmekten, içinde ukte kalmasından daha mı önde bilemiyorum...

24 Ocak 2011

rastlantılar ve espresso...

bugünlerde etrafımda garip bir enerji dönüyor sanki.

kaybettiğim şeyler geri geliyor. çocuk gibi seviniyorum. küçük bir çocuğu seviyorum sonra. takılıyorum gördün mü acaba kaybettiğim şeyi diye. çocuk 'aa bu muydu' diyor. ki olayla hiçbir alakası yok. alıp getiriyor bulduğu yerden. şaşırıp kalıyorum. eskiden olmuş yanlışlıklar ortaya çıkıyor. siyah değilmiş de, lacivertmiş mesela... ama lacivert olması çok şey değiştirebilirmiş. bunun gibi bişey... diploma notum yanlış yazılmış, ben üniversiteye o yanlış notla girmişim meğersem.. bilmem ki ne değişirdi.
***
bindiğim taksici eski edebiyat öğretmeniymiş.
dedim ki acelem var görüşmeye geç kalıyorum.. sonra başladı önerilerde bulunmaya. bak şöyle, bak böyle...   tek bi eksiğini/yanlışını gördüm dedi sonra ve haklıydı da. o da malum sesimin ayarı:) sonra gittim, görüştüğüm kişi de aynı şeyi söylemesin mi ! :) dedim ki, gelirken taksici de bunu söyledi. edebiyat öğretmeniymiş de... (gülüşmeler, gülüşmeler...)
dedi ki; sormadın hiç?  aa evet nasıl oldu dedim. ben birinden bi'şey rica etmişim. sonra başka biri de ondan bi'şey rica etmiş. ricalarımız kesişmiş. nasıl bi tesadüf, nasıl bir kurguysa...
***
uzun yıllar önce bir e-dergide yayınlanmış hikayedemde geçen bir cümleyi, şimdilerde en sevdiğim dizide duyunca 'nasıl yani' dedim. hikaye de artık tarihe gömüldüğü için çıkarıp bakamadım ama hafızamı zorlayınca hatırladım ki çok benziyormuş meğer. böylelikle öyle bir hikayem olduğunu ve bir daha geri gelmemek üzere yok olduğunu fark etmiş oldum. pek de severdim oysa ki...ama biraz zorlarsam şu bumerang hadisesi bunda da vuku bulur belki.;)
hikaye demişken... artık o tip şeyler yazmıyorum. hatta neredeyse hiçbir şey yazmıyorum. ama içimden çok şey geçiyor. hepsini hayalimde kurguluyorum film için. ama sadece yolda giderken ve uyumak üzereyken. dolayısıyla bitmesi biraz zaman alıyor:) fakat hemen hemen iskeleti oluştu diyebilirim. geriye küçük boşlukları doldurmak kaldı. sonra da bir kenara atıp bırakmak...
eski bir arkadaşım vardı. hiç yetenekli olmasa da çok üretken bir sinemacı. o ve onun gibilere benzememek için...
***
* yazarken empati yeteneğimin daha güçlü olmasını dilerdim. yerinde olsam nelere 'öfff amaa' derdim. bilmek isterdim...
not1: espresso bu yazının hiçbir yerinde olmasa da her yerinde... 
not2: espresso sevmem.

22 Ocak 2011

...

''Adın geçti. Gözlerimi kaçırıp üzerine bir yudum su içtim. Artık böyle, bazen böyle...''

16 Ocak 2011

büyümek


kendi evinin olmasını hayal etmektir bazen...
kendi seçtiğin koltuklar, kendi mutfağın, sevdiğin renkler, objeler, detaylar vesaire...

6 Ocak 2011

acıyı tatlı söyleyen

Küçük yuvarlak bir masada oturuyoruz karşılıklı. Ben sana olan biteni anlatıyorum, hafiften kaşınmaya başlıyor yüzüm. Bilmezsin; bu içtiğim şey alerji yapıyor bana. Ama umursamıyorum. Gülümsüyorum gözlerimi silerken... Henüz akmayan bir göz kalemi bulamadım. Parmaklarımın ucunda siyah lekelerle işaret ediyorum: bak şu gördüğün Galata Kulesi. Bazen çok konuşuyorum. Bazen fazla anlatıyorum. Ama sen hep dinliyorsun. . Dost acı söyler ama sen acıtmadan söylüyorsun. Anlatacak çok şeyim var ve öğrenecek çok dersim. Zaman hiç yetmiyor. Gece oluyor, sabah oluyor, günler geçiyor... Anlamakla, anlatmakla bitmiyor. Heyecenımı, sevincimi, üzüntümü  yaşayıp aynı heyecanla anlatıyorum... Bana katlanmak zor olsa gerek.

Küçük yuvarlak bir masada oturuyoruz karşılıklı. Masada bir fincan bir şişe var. Ben kahve içiyorum. Böyle yerlerde kahve içmek çamuru sulandırıp içmek gibi... Sanırım sonbahara girmek üzereyiz.. Ürpermeye başlamışım erkenden. Bazen fazla konuşuyor, bazen fazlaca susuyorum. Sen de daha az karşı koyuyor, daha az soru soruyorsun. Çünkü zaten her şeyi biliyorsun. Karşı savunmalarım daha güçsüz, daha az sesli. İnandığım pek çok şey beni terk etmiş. Ama yine de umudumu yitirmiyorum. Belki diyorum öyle değil de böyledir. Hala içten gülümseyen bir yanım var. Ve bu defa daha az akıyor makyajım fakat kalem aynı kalem... 

Küçük yuvarlak bir masada oturuyoruz karşılıklı. Masada iki fincan var. Bu defa adam akıllı kahve içmek için seçmişiz burayı. iki filtre kahve dedim, sütsüz olsun. Hava beş derece. Senin geldiğin yerlerde kar varmış. Bana da getirseydin ya azcık... Artık heves kırıntılarıyla idare ediyorum. Hemen hemen hiç konuşmuyor, içimden bile bir şey düşünmüyorum. Düşünmek dediğim şeylerse hayatımı devam ettirecek düzeyde minimal şeyler. Sana da ne anlatsam bilemiyorum. Zaten her şeyi biliyorsun. İkimizin de söyleyecek sözü kalmadı artık. Anahtar kelimelerimiz var sadece. Ben en çok ''zaman'' diyorum sense ''kader''... Her şeyi konuşmuş, her şeyi anlamış oluyoruz böylece. Gücüm tükense de umudum tükenmiyor. Zaman ne çabuk geçiyor. Gece olmadan gündüz olsun, akşam olmadan gece olsun isterken ben... Kahvelerimiz daha çabuk bitiyor, makyajım hiç akmıyor. Akmayan göz kalemi buldum sonunda. Ama şimdi de makyaj yapmayı unuttum.

Küçük yuvarlak bir masada oturuyorum tek başıma. Masada bir fincan kahve, bir de şehir rehberi... 



5 Ocak 2011

...

koku hafızası... gecenin şu saatinde adını bilmediğim bir parfüm getiriyor burnuma.  insan ne ince ince acılar çekiyor hayret...

1 Ocak 2011

bir ocak seyir defteri

yeni yılın ilk sabahını benimle seyreder misin?
ne seyredeceksin bilmem ama yalnız olmamam lazım. çünkü uyanık kalmam lazım. ve zihnim bişey izleyemeyecek kadar yoğun, gözlerimse bişey okuyamayacak kadar yorgun. ama bi şekilde uyanık kalmam lazım. kaptan değil miyim?  

saat 03:03
nöbetteyim.
evde herkes uyuyor. biri uyanık kalmalı. benim de gözlerimden uyku akıyor ama uyuyamıyorum. tüm öğleden sonra olanlar aklımdan geçiyor. film izler gibi... 'keşke duyar duymaz gitseydim, keşke bi'şey olmamıştır demeseydim' diyip duran içsesi susturamıyorum. sonunu etkilemese de umursamazlığıma sövüyorum.

saat 03:09 olmuş bile
takvimden başka bi'şey değişir mi?
yapma o kadar da umutsuz değilim.
sadece çok umursamıyorum. ama her şeyin yenilenme hissini ve ihtimalini önemsiyorum.

03:14
içeri girip durumu iki kelimeyle özetledim... içlerinden biri her nedense söylediğimi tekrarladı ve güldü. tamamen şu şekli aldım: ?!?

03:30
her şey bi' anda değişir..
ama bi'şey yok.
sadece biraz üzüldüm. çokça telaş ettim. 
anladım. bir kez daha, biraz daha anladım.

03:36
''Üzgünüz... Biletinize herhangi bir ikramiye isabet etmemiştir.''       
piki:( 

03: 48 
bold'lar gerçek zamanlı. diğerleri o an aklımdan geçenler.. 

03:55 
Orson Welles 2 yaşındayken yetişkin bir insan gibi konuşabiliyor, 3 yaşındayken her şeyi okuyabiliyor, 5 yaşındayken Shakespeare'in oyunlarını ezbere biliyormuş. bunu da gerçek zamanlı öğrendim.

04:10
gözlerim kapanırken uykum açılıyor.

04:32
2007'nin ilk günü başka bir şehirde misafirdim. tatil ya da seyahat sayılmazdı. ama günün sonunda 3 kızkardeş bir otelde hava muhalefetleri nedeniyle mahsur kaldık. daha doğrusu otele sığınmak zorunda kaldık. hayatımda o kadar korkunç bir fırtına, öyle bir yağmur görmemiştim. bütün gece dizdize oturup dışarıda uçuşan şeyleri dinledik.. bi yerlerden kopan tahtalar, çatılar, arabaların alarm sesleri... hepsi birbirine karışıp gerilimi güçlendiriyordu. nihayet sabah oldu. ne yağmur dinmiş, ne fırtına durulmuştu. sadece biraz hafiflemişti ama artık gitmek lazımdı. en güzeli de hava aydınlıktı! yola çıktık... ama hava koşulları peşimizi bırakmıyordu. bulunduğumuz vapur bir o yana bir bu yana yatarken, araçlar üzerinden devrilmek üzereydi. insanlar araçlarını tutarken tek hatırladığım şey son duamı ediyor olduğumuzu düşünmemdi. 
insana hayatı öğreten, olgun ve akıllı biri olmaya süren talihsizliklerle dolu bir yolculuk ve denizin bizi yutmak istemesinin ardından karaya ayak basınca derin bir ohh çektim. ve eve geldiğimde bir değil birkaç yaş büyümüştüm.  

04:50
bir şarkı geçiyor aklımdan ama söylemem. her aklından geçen söylenmez;)

04:57
nöbet dediğime bakma... neyse ki her şey yolunda...

5:10
sabah oldu, ben de uyuyabilirim artık. gözlerim acıyor. 

günaydın istanbul kardeş, good morning vietnam, goodbye lenin...

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi