29 Ekim 2010

...

''whatever you say it's alright 
whatever you do it's all good''


25 Ekim 2010

...

üç ablası olan şanslı biri olarak; ilişkilere dair çoğu sohbeti arkadaşlardan ziyade evde dört kız kardeş oturumlarında yapmışımdır. bunlar; duygular çok ifşa edilmeden daha çok teoriye, felsefeye dayalı ve umutlu olduğu kadar da umutsuzdu. ama yine de çok eğlenceliydi. arkadaşlarla olanlar ise daha pratik ve daha eğlenceli ve daha çocukçaydı. artık tüm bu muhabbetler hafif de olsa şekil değiştirdi. içerik aynı gibi ama konuşulanlar daha mantıklı, daha oturaklı ve daha az... 
asıl konu annem. bazı olayları anneme anlatırken iyi güzel de sıra duyguları tarif etmeye gelince bir garip. halen... ''öyle oldu, böyle oldu, şunu dedi bunu dedim,'' demekle, ''böyle hissediyorum, şöyle düşünüyorum'' demek arasında dağlar kadar fark var. bunları anlattığın, yani bir nevi içini döktüğün an tüm o duyguların; belgelenmiş onaylanmış, resmileşmiş gibi oluyor.. 'ben hakkaten böyle hissediyorum ya' diyorsun...
çırılçıplak kalıyorsun ve büyüdüğünü anlıyorsun bir kez daha...
tüm bunları tek kelime dahi etmeden, en zayıf anında, dizine yatıp ya da sarılıp hüngür hüngür ağlayarak da yapabiliyorsun... hiçkimseyle olmadığı gibi... çaresizce ama şanslısın yine de...

bu sabah anneme bir şey anlatırken, o da beni anlar gibi bakarken daha iyi anladım...

23 Ekim 2010

...

''...sızılı gözlerinde hep yıldızlar kaydığı için.''
Birine yakınlık duyma sebebinin en güzel tarifi Alper Canıgüz'den...

22 Ekim 2010

...

Büyük hikayeyi parça parça yayınlamamın doğru bir şey olmadığını düşündüm birden. Bölüm 1/2'den sonrası gelecek zamanda bir yerlerde...

İki cümlelik basın açıklamam sona ermiştir :)

London to Paris Train

''Londra'dan Paris'e giden bir trendeyim. Bir hikayenin bitip başka bir hikayenin başladığı yerdeyim. Trenlerin bu kadar yapay ve teknolojik görünümüne hala alışamadım. Hala o kusursuz görüntüye yabancıyım ben. Bu şehirlere yabancı olduğum gibi. Cihan, o gün ben boğazın karşı kıyısındaki havai fişekleri izlerken, elinde birkaç kağıt ve fotoğrafla yanıma gelip ''Babanı buldum'' demeseydi, bugün bu yolculuğu yapmak yerine, ebedi bir yolculuğun sonuna gelmiş olabilirdim. Şimdiyse babamı gerçekten bulmak üzere Paris'e giden yollardayım. Manş Denizi'ni geçeli sanırım yirmi dakika oluyor. Kapalı yerlerde nefes almam gün geçtikçe zorlaşıyor ama bunu şikayet edebileceğim bir merci yok içimde. Sanki tüm iç dünyam birbirinden bağımsız hareket eder durumda artık. 

Trenlerin en çok sesini severdim ben küçükken. Sarı ışıklı bir tünelden geçerdik. Bir de onu severdim. 
O zamanlar nefes alamama sorunum yoktu ve o yaşlarda bile hep canım sıkılıyordu. Ama o ışıkların hızla gelip geçmesi, tünelin sonuna varma çabası bana hep çekici ve eğlenceli gelirdi. Yol boyunca hep dışarı bakardım. O günlere ait annemin yüzünün hafızamda net olmamasının sebebi sanırım bu.

Pencereden dışarı bakmaktan vazgeçtiğim bir an çapraz koltukta kitap okuyan birine takıldı gözüm. Hayır hayır! Biraz sonra trenden birlikte inmeyeceğiz. O filmi ben de biliyorum. Gözümün takıldığı aslında kitabın ta kendisi: "Sonra Geriye Döndü ve Şöyle Dedi...'' Dudağımın kenarındaki hınzır gülümsemeyi gizlemeliyim.''

***

- Bölüm 1/2 -

16 Ekim 2010

hi again!

placebo, radiohead, travis... hangi ruh hali, hangi müzik zevklerine dalışım uzun zamandır sizi dinlemeyi unutturdu bana bilmiyorum.

12 Ekim 2010

hayatımın tatları

Çocuktum. Kaç yaşındaydım ve kimin düğününe gitmek üzereydik bilmiyorum. Mutfak camından dışarı bakarak yemek yediriyor annem ayaküstü. O yediğim köfte-ekmek ve ayranın tadı hala damağımda.  Bir daha hiç o kadar lezzetli gelmedi.. O günü, o anı, o tadı hiç ama hiç unutmuyorum... Burnum sızlayarak anımsadığım bir an...
 
Rahmetli babanem ve dedem Gaziantep'ten gelirdi. O bakır taslarda gelen ayranları da hiç unutmuyorum.
Bir de memleketten getirdikleri, sabah erkenden hepbirlikte toplanıp sıcak sıcak yediğimiz pideleri...

Vişne suyu ve simit. Bu hatırlamak istemediğim bir ikili.. Yine çocukken bir dönem o kadar çok tükettim ki artık vişne suyu içmiyorum kesinlikle. Simit tabii ki vazgeçilmez.
Hergün ikram edilen simitler vardı bir de yakın geçmişte.. Tadı değil ama sebebi önemliydi...

Üniversite günleri... Pizza Portifino'da yediğimiz pizzalar...

Schlotzsky's ve sıcak çikolata...

Staj yaptığım yerde içtiğim çaylar... O kadar güzel demlenmiş bir çay içmedim bir daha...

Avm banklarında yenen şekerlemeler... Mutluluk eşittir: en iyi arkadaşla yenen jelibondur o an.


Ve birlikte yenen minik çikolatalar...
Bir de o meşhur mantı...

Yazmadığım, sildiğim ve şimdi hatırlamadığım birkaç şey daha...

9 Ekim 2010

soru

''insan, rüyasında fal bakan ve geleceğine dair önemli tarihleri söyleyen birini dinlerken, tam da en heyecanlı yerinde niye uyanır?''

6 Ekim 2010

sonbahar

Eylül de bitti. Herkes çoktan işine gücüne okuluna döndü. Benimse bir şeyleri yapmamak için mazeretlerim kapıya dayanmak üzere. Bunlardan biri de üşümek. O kadar üşüyorum ki  'ne yapıyorsun?' diye soranlara sadece 'üşüyorum' demek istiyorum bugünlerde. Ama yine de bu soruya verecek cevaplarım çoğalıyor günbegün. Yeni görevler peşindeyim Joe!
Neredeyse bir yıldır, nasıl bu kadar boş ve nasıl bu kadar yoğun olduğumu anlayamıyorum zaten. Yoğunluktan blog bile yazamıyorum düşün. Birikenleri yazmak için oturduğumdaysa, ya konsantrasyon eksikliğinden takılıp kalıyorum ya da ilham perilerim yanıma yanaşmıyor. Çoğu zaman da sadece canım istemiyor.

Sadece zamana ihtiyaç var. Her şeyin zamanı geldiğinde olması doğanın en temel kanunu değil mi?. Bunu sadece kendi içine bakarak bile görebilirsin. Daha niye dert ediniyoruz anlamıyorum ki. Önce kendime sonra sana hatırlatırım dostum. Şimdiyse çorapsız gezmeme vakti. 'yaz geçer' okuma vakti... ve yazmaya üşendiğim, henüz tam da hissedemediğim pek çok serin, sarımsı ve hüzün dolu şeyin vakti... şimdiyse gitme vakti... 


*you are dinler misin gitmeden?

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi