30 Nisan 2010

iç ses...

''Tam o kadar zaman... Peki yine aynı şeyi hissettin mi? Hayır. Hem öyle olsa... Öyle olsa bile...''

26 Nisan 2010

korkma ben varım

''Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde. Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.'' 

Üzerine bir süre başka bir şey okumak istemeyeceğim kadar sevdiğim,
Korkma Ben Varım'dan...

eski defterler...


Kitapların, defterlerin, fotokopi ders notlarının kenarlarına yazılmış 'ders dışı' konular... Bazı dersler dinlenemeyecek kadar sıkıcı ya da basittir. Ve yapılacak en iyi şeylerden biri 'kanka' ile yazışmaktır. Fakat yıllar sonra baktığınızda, o zaman için önemli göründüğü halde şimdi neden bahsedildiğini anlamak bile pek mümkün olmuyor. O dönem önemsermiş gibi yaptığım şeyler. Önemsediğimi sandığım insanlar... Bir sürü kağıt, bir sürü yazı... Bazılarını yırtıp attım, bazılarına gülümsedim.  (2005'e ait postlarımı da buna benzer sebeplerden sildim.) Fotoğraftakilerin kenarlarında pek bişey yok çünkü en sevilen derslerden...
Ama diğerlerinden şöyle şeyler çıkabiliyor, ki bunlar paylaşılabilecek olanlar...
'' Hmmm ben de arada kekle kahve içtim. Filme de biraz geç girdim, sonra mecburen çıktım. Ama keşke çıkmasaydım.'' ( Hangi filme? Neden mecburen çıktım ki? Okuldaki film gösterimlerinden birinde olsa gerek? Hiçbir fikrim yok! )
 '' Masada Murat diye bir arkadaşları da vardı. Hani mavi gözlü olan. 
Ben sadece B.ile konuştum. Anlattım biraz. Ama Murat da anladı sanırım bi'şeyler olduğunu. ( Murat kimdi? B'ye ne anlattım? Bişeyler dediğim B.'ile aramızda olan şey mi? Hiçbir fikrim yok!) 
'' Ezgiii, ben bişey diycem ama saçmaladın deme?''
'' Söyle canım?''
'' Ben derse girmek istemiyorum, eve erken gitmek istiyorum, gidelim miii??''
''Şimdi saçmaladın!''
''öfff!''
(Bunu tahmin ediyorum. Okulda fena halde sıkılıyordum ve ev-okul arası
50 küsür km olunca böyle oluyor. Hadi bi okula uğrıyım, aman yok canım istemedi gidiyim olamıyordu maalesef. Böyle merasimler gerekiyordu.)

falan filan... ve daha bir sürü şey... yani diyeceğim o ki; zaman pek çok şeyi değiştirir ve öğrenci olmak özlenir. ya yaa...

Edit : Ezgi'mden misilleme... bakınız...

16 Nisan 2010

renkli ve lezzetli...



 Son günlerde özellikle şu siteden çıkamıyorum. 
Bu gidişle sektör değiştirmeye ciddi ciddi karar vereceğim. Nereye baksam, dekorasyon ve yemek görüyorum. Algılarımın seçiciliği bu yönde ağır basmaya başladı. Galiba pek çok alanda, güzel olan her şeyi bir araya getirip hayal bile edemeyeceğim bir görsellik oluşturmak niyetim. (vaoov! bunu kariyer hedefime yazsam nası durur?) Ama insan, hem fotoğrafta, hem sinemada, hem mutfakta yapamaz bunu böyle değil mi? Üstelik hiçbiri asıl işi değilken..

...

Hayır, martılara simit filan atmadım. Daha önce gitmediğim bi aile çay bahçesinde denize karşı oturup çay söyledim. Yanımdaki masada oldukça yaşlı bir amca oturuyordu. Bana baktığını görünce belli belirsiz gülümseyip selam verdim. Sevindi. Sonra, çayımı içerken saati sordu. 'Beş buçuk' dedim. Ardından telefondan kontrol ediyim diye bir baktım ki dört buçukmuş. Kolunda saat var telefona bakıyorsun diyerek güldü. Ben de güldüm. Saatim zaman ayrımı yapmakta biraz çekimser kalıyor da... Amca bişey daha derken, güneş gözlüğümü çıkardım. Gözlük takma gözlerin çok güzel dedi bu defa.. Güneş rahatsız ediyor da dedim. Etraftakiler mi rahatsız ediyor? dedi. Yok yok güneş dedim. Birlikte güldük yine... Biraz sonra kalkmak üzere toparlanırken 'sana gazete vereyim okursun' dedi. Teşekkür ettim. Ben her gün burdayım. Bir senedir hastaydım evden çıkamıyordum, şimdi her gün yürüyorum buraya kadar dedi. Geçmiş olsun dedim, gülümsedim. Sonra ismini söyledi. Tokalaştık, memnun olduk, gitti. Ben de bir süre gülümseyerek gazete okudum.

Son birkaç yıldır, yeni tanıdığım yaşlı insanlarla konuşmayı çok seviyorum nedense. Adeta şehirlerarası otobüslerde konuşmaya can atan yaşlılar gibi oldum. Onlardaki hayat tecrübesi bazen tek kelimede bile kendini gösteriyor. Ve size söylediği tek bir şeyde bakış açınız değişebiliyor. 
Bu yüzden, yaşlı olmayan 'büyük arkadaşlarımı' özlüyorum bu ara... 
Ama eskisi gibi olur mu bilmem ki...

Sonra sahilde gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin yanından geçtim. Ne kadar sıradan olsa da, o an istesem böyle bir fon müziği bulamazdım kendime. Doğal olan, kendiliğinden var olan tüm bu rastlantıları seviyorum. Ve nasıl oluyor bilmiyorum ama bir yandan çok genç olmaya imrenirken, bir yandan da o olgunluğa, artık çözülecek, hissedilecek, şaşıracak, acıtacak bir şeyin kalmamış olmasına, o bilgeliğe özeniyorum. Çünkü bu zamanlar çok zor. Ama çok da güzel...

15 Nisan 2010

kaybetmek

''Arada birbirimizi kaybettiğimiz iyi oldu. Bir şeyin kıymetini bilmenin en klasik yolu onu kaybetmektir.''

Emrah Serbes demiş bugün. Ne güzel demiş...

Ama bir de tam tersi var. Fakat bunu düşünmek istemiyorum. Demiştim ya, günden güne her şeye olan inancımı kaybediyorum. Artık hiçbir şeye inanmıyorum. Tabii ki tek bir şey hariç. Aslında O'na inandığında hayata ve insanlara dair her şeye inanman gerek. Ama öyle olamıyormuş her zaman. Yok, düşünüp durmuyorum. Sadece farkına varıyorum. Hepsi bu.

Geçen gün film festivaline bilet almak üzere Taksim'e gittim. Tahmin ettiğimden daha kalabalıktı ve beklemeyi gözüm kesmeyecek kadar çok sıra olmasa da gözüm kesmedi. Bilet sırası ve seansını bekleyen heyecanlı ve ciddiyetle önemseyen insanların arasından 'aman sanki çok umrumda' diyip gittim. Değerini bilmediğimden değil, cahilliğimden değil. Yanıbaşımda okunmayı bekleyen kitaplar, bir kenarda birikmiş izlenecek filmler yüzünden... Çünkü bana söyleyecekleri hiçbir şeyi umursamıyorum. Uzaklaşıp duruyorum. Belki onların da kıymetini kaybedince anlarım. Fakat yine de, bu fazlasıyla boş zamanların en iyi yanı, çok şey öğretmesi oluyor galiba. Garip bir bilgi hazinesi oluşturuyorum kendime. İçinde herhangi bir duygu ve yorum barındırmayan her türlü bilgi.
Belki gerçek hayatta bir işimize yarar öyle değil mi?

Yarın tam bir yıl oluyormuş. 'Ne?' diye sorarsın. Çünkü hatırlamazsın. Tarihler mühim değil çünkü. Nasıl olsa,  ne olduğunu asla unutmazsın.

 Fondaki şarkıyı kapatım gitmeliyim şimdi. Belki martılara simit atarak bir İstanbul klasiğini gerçekleştiririm. Sonra da belki... ''Seni beklerim öptüğün yerde.''

12 Nisan 2010

ben bişey fark ettim

* İşte o saçma sapan adımlardan birini atıp da başvurduğuna pişman olduğun bir iş görüşmesine giderken 'inşallah olmaz, inşallah olmaz' diyip, görüşmeden çıkarken 'inşallah olur' dedikten sonra, haber beklemek daha da heyecanlı oluyormuş.

8 Nisan 2010

...

''bugüne dek attığım saçma sapan adımları birleştirsem, şimdi dünya turunu tamamlamak üzere olurdum.''

 ledorita sazanaki - istanbul, 2010

3 Nisan 2010

''ağlarken gülümsemeye başlayan insanın yazıya yansıması''

Ama ben... Bunca gürültünün, yorgunluğun, telaşın, sorumluluğun, çok da sahici olmayan şeylerin arasında, tek gerçek bildiğim yere sığınmak istemiştim. Bir an bile olsa... Bir tek orada gerçekten yaşadığımı hissettiğimden, sadece orada huzur bulduğumdan, dünyayı unuttuğumdan, mutlu olduğumdan, en çok orada ben olduğumdan, gücümü orada bulduğumdan...Yani sadece o zaman 'tam' olduğumdan... ya da sadece ve sadece orada olmayı istediğimden...
Ama hep kapıda kalıyorum. Hep yarım kalıyorum...
Buna da alışıyorum. Yine de her defasında unutur gibi tekrar yola çıkıyorum.

Her şey ne tuhaf... Aslında hiç istemediğim bir şeyin peşinden koşuyorum bir de... Malum; iş hayatı, fırsatları değerlendirmek ve peşinden koşmak üzerine kurulu. İstediklerinin peşinden koşarken daha çok düşüp yaralanıyor insan. Daha çok kırılıyor. Ama bu kapılar kapansa da umrunda olmuyor. Umrumda olmuyor çünkü o gerçekten ben değilim. Çünkü o kırılgan hassas kızı gizliyorum. Hayallerini de gizliyorum. Zorululuklar kalıyor geriye... Onlara da istiyormuşum gibi davranıyorum ki bir yere kaçmasınlar...
Bu da klasik bir insan psikolojisi ama işte. İstatistik vermiş gibi olmayayım ama etrafında gördüğün her iki insandan biri gibi yani. Senin gibi, o karşındaki ve yanındaki gibi mesela. Bildin dimi?

Bu baharın gelmesi beni iyice çileden çıkarıyor. Kendime uzaktan bakıyorum. Google Earth'ten bakar gibi...  Gördüğüm tablo güzel ama içinde olduğu yeri beğenmiyorum. 'Halin hiç hoşuma gitmiyor çocuk' diye sesleniyorum. Yanımda birileri beliriveriyor. Boşuna uğraşma duymaz diyor. El sallıyorum, çırpınıyorum bakıyor da görmüyor şaşkın. Aman bırak ne hali varsa görsün diyorum. Uzaklaşıp gidiyorum. Sonra ver elini New York sokakları... Google Earth'le seyahat etmek pek konforlu olmasa da, ürün yelpazesi oldukça geniş:p


Bir de, o fotoğraf ertesi gün geri geldi. her şeye rağmen gereksiz çabalar bunlar...

*başlık da salvador dali resimleri oldu sanki.

2 Nisan 2010

...

***
sanki içimsıra bir resim seyrediyorum
çakı uçlarıyla mı etime çizilmiş
bir okyanus içsem bitmeyecekmiş
delirmeye yakın bedevî susuzluğum
***

attila ilhan

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi