30 Aralık 2009

nasılmış, neymiş...

geçen bir sene...
gökkuşağı gibi.. ayaklarımı yerden kesip sonra dibe vuran, sonra yine havalara uçuran zamanlar!.. şapşal şey! güzel şey! hmmm pek güzel şey...

ve gelecek zamanlar.. tam da her şey bitmiş gibi görünürken...
ne isteyip ne istemediğimi biliyosun...

29 Aralık 2009

white rabbit

uzun zaman sonra dinleyince, bir dönem ne çok radyo eksen dinlediğimi hatırlattı bu şarkı. ve fark ettim de, bir tarantino filmine ne kadar yakışırmış sanki..

26 Aralık 2009

sustum biraz

uzuuunca bir süre kişisel analiz içeren yazılar yazmayacağım blog. 'sürekli didikleyen insan' portresi çizmek hoş değil. çünkü bu doğru değil.... sustum yani. zaten söyleyecek bişeyim de olmaz :)

bol bol smiley, gülücük filan..

kırmızı ve bulanık...

uzuuunn uzun yazasım var blog. 78 satır, 761 kelimelik bir diyeceğim var sana. başucunda dursun bu. baştan söyliyim kızgın değil, öfkeli değil... sadece 'tamam anladım ben olayı' demeye çalışan bir yazı.

***
bak bak... yukarı bak! sakın aşağı bakma. yukarı bakarsan akmaz. yukarı bak!
gözyaşı gibiyim. bir an kendimi bırakır da aşağı bakarsam akar giderim.

ileri bakmak zorundayım. zorundasın... ardına bakma, etrafında dönüp durma, olduğun yere bakarsan yürüyemezsin, tökezlersin. ileri bak! ancak adım atarsan açını değiştirebilirsin. olduğun yerde durma, adım at.
***
dün akşamdan beri her şey öyle bulanık ki... duygusal değil, zihinsel... her şey kopyasının kopyasının kopyası gibi... yüzler, sesler, yerler... her şey flu... yaptığım her şey, söylediğim her söz benden çıkıp gidiyor. sonra izliyorum... bunu yaptım, şunu söyledim... konuşuyorum ama sesim bana uzak... mesaj yazıyorum ve gidiyor. aa yazdım ve gitti! dönüşü yok!
neyse ki hiçbiri zihnim aydınlanınca pişmanlık duyacağım şeyler değil...

şimdi, ancak bu saatte üzerindeki tozlar yavaş yavaş gidiyor. sarhoşluğum ayılıyor... ama bulanıklığın farkına varırken de bulanık düşünüyorum... ve tüm bunlar olmaya başlarken, birileri beni eleştiriyor. soruyor, sorguluyor... şöylesin, böylesin, öyle olsan böyle olmaz... cevap veriyorum ama bazen susuyorum sadece... verdiğim cevaplar kimseyi tatmin etmiyor. hiçkimse çelişki nedir bilmiyor gibi sanki... herkes kusursuzmuş gibi...

uyumaya çalışıyorum... yoksa sızıyor muyum? ama aklıma bir şey takılı sabahtan beri. bu saate kadar yapamamışım şimdi olmaz diyorum.. ama sonra o biliçsizlikle elim telefona gidiyor. fakat o kadar da bilinçsiz olmamalı ki sadece yazıyor.. yazıyor ve gönderiyor. aa yazdım ve gitti! dönüşü yok! amaan olmasın!

'Cause I'm a lover not a fighter

bu defa başka biri beni eleştiriyor. benimse zihnim halen şifreli yayında. ''bak sen şöylesin, böylesin''... 'seni böyle böyle algılıyorum ben' diyor karşımdaki. doğruluk payı olsa da öyle değilim ki! dinliyorum dinliyorum... bazen susuyorum, bazen cevaplar veriyorum... kimisi bahane kimisi gerçek... bir noktadan sonra da her soruya vereceğim tek bir cevabım var! fakat onu söyleyemiyorsan eğer, sebebine onlarca isim bulabilir, yarattığın o şeyin içini doldurmaya çalışabilirsin... bir tek onu söylemezsin çünkü kimse anlamaz. bu ancak kendinle paylaşabileceğin bir şeydir çünkü... bir şey vardır aklını, ruhunu, kalbini... her şeyi ele geçiren. o varken onu inkar edemezsin. yokmuş gibi davranamazsın. ve o güçlü şey seni o kadar ele geçirir ki geri kalan her şeyi önemsiz kılabilir, kör ve sağır edebilir... görmeye ve duymaya değer bir şey olmadığına ikna edebilir. aksini düşünmene fırsat dahi vermez. o vardır ve yokmuş gibi davranman imkansızdır. şimdi bu tüm hayatına bakış açını değiştiriyorsa, ki değiştirir, başka türlü davranman söz konusu olamaz. senden beklenenleri yapmaman umrunda olmaz. kimsenin bilmediği, duymadığı ve görmediği bir şey vardır çünkü sende. ve o her şeyi değiştirir... insanlar sadece insan gibi davranmıyormuş ya hani... ama ne tilki tilki değilmiş gibi davranabilir, ne tavşan tavşan değilmiş gibi... ne de aşık, aşık değilmiş gibi...


Olamaz mı olabilir?
''ne yapmak istiyorsun.'' diyorlar. ne yapmak istiyorsun? ne yapmak?? aslında yapmak istediğim tek şey var. ama bunu kimseye söylemedim. hayalimizdeki şeyi iş haline getirmek lüks bizim gibiler için... bu yüzden de, en çok istediğini değil ama ona yakın bir şeyi yapmayı seçiyorsun.. ve bu da zaman zaman tökezlemene neden oluyor hepsi bu! herkesin önemsediği şeyleri önemsemiyor olabilirim, sizin henüz keşfetmediğiniz ve belki de hiç keşfedemeyeceğiniz başka bir 'anlam' bulmuş olabilirim kendime, olamaz mı? ondan sonra geri kalan her şey daha bir değersizleşmiştir gözümde olamaz mı? bence olabilir... pekala olabilir...

aklı fazla karışık, 'kimse beni anlamıyor', 'hayat çok boktan' minvali karanlık havalı adamları sevmem. fazla entellektüeliteden, aklı ve saçları birbirine karışmışları da... aynı zamanda, kendi küçük evreninden çıkamamışları da... içi bomboş olanları da... çok fazla düşünüp kurcalayıp iki adım gidemeyen biraz olsun aydınlanamayanları da... yani düşünüyor olması bi işe yaramayanları... ve bir kalıba fazla girmiş olanları... korkakları ve cesaretsizleri... hep konuşan ama bir şey yapamayanları da...
ve tüm bunları eleştirirken, arasından özenle seçilip duymaya maruz kaldığımdaki ruh halimi de sevmedim...
iyi niyetli olduğu muhakkak olan sözler bile canını sıkıyor bazen insanın... ''sen şöylesin böylesin, neden öyle yapmıyorsun, neden böyle, öyle yapsan böyle olur aslında'' pardon ama o zaman benim burda işim ne??? yanlış yere mi geldim ben? kurabiye hamurundan ekmek mi yapmaya çalışıyoruz yoksa? malzeme budur zira...

o an uyandım. uzun ve derin bir uykudan uyandım. napıyorsun sen dedim? neden düşünüp, konuşup, sorup duruyorsun? yapsana! bak adamlar zaten yıllar evvel demiş; just do it! budur!

tilkinin tilki olduğunu ispat etmesi için, tavşanı oracıkta yiyivermesi yetermiş. gidip aslandan 'tilkilik belgesi' almasına gerek yokmuş. yani aslında doğada sadece doğal varoluşunla varsın. başka bir şeye ve söze lüzum yok.
yani just do it!

25 Aralık 2009

''şşştt sana bi sır veriyim mi? ''

her şeyi boşverip an'ı yaşamayı öğrendim ben. gözümü kapatıyorum... bazı bazı açınca tozlar, kumlar filan kaçıyor ama.. siyah gibi çoğunca fakat arada beyazlar da var. ama kapatınca tozpembe!!..
yani kısaca, duygusal zırvalarım sadece an'lardan birer an...

bilmem anlatabildim mi blog?

... şimdi, gidemediğim yerler var çünkü benim...

sağa sola bakmadan yürüdüğüm halde; yıllar sonra bile, sanki bişey oluyor ve kafanı o yöne çeviriyorsun. o an, hala zihnindeki tek yanıyla, yani o sıcak gülüşüyle yanından geçiveriyor... yıllar sonra bile hissedebiliyorsun o tuhaf sıcaklığı... masum olmayan ama masum bir çocuk gibi bakan gözleri... seni görmeden yanından geçiyor.. ve sesini, gözlerini, en çok da gülümseyişini ardında bırakarak...

şimdi buna ne lüzum vardı? daha iki gün önce birine seni anlattım diye mi çıktın karşıma yıllar sonra? daha iki gün önce bi hikaye gibi anlatmıştım. yeterince unutulmuş, eskimiş, hiçbir uktesi kalmamış güzel bir hikaye gibi... hayatıma bakınca küçücük kalan bir hikaye gibi... öyle çünkü...

ama sorun değil... yanımdan geçip gittin, yanından geçip gittim. tamam arkandan baktım bir kez daha. evet tamam istiklal'in kalabalığında afalladım ve gülümsedim kendi kendime. ama geçtin gittin... geçip gittim...

...

20 Aralık 2009

yalnızlık

bir de bu kalır... kokular hafifledikçe sinsice yerini alır...
hangisi daha güçlüymüş bilemedim şimdi.

18 Aralık 2009

13 Aralık 2009

hayalet kasabadan, limon kokan anlardan...

Etrafta yüzlerce ev var. Hepsi bir düzen içinde ve hemen hemen aynı. Bahçelerde portakal, limon ağaçları... Çocuk parkı var ama çocuk yok. Çöp tenekeleri var ama pek dolmuyor. Küçük bir bakkal ama hep kapalı. Arabalar geçiyor ara sıra, bir de okul servisleri... Etrafta yüzlerce ev var. Fakat çok azında yaşam var.
İnternet yok, radyo yok. Televizyon var ama pek tahammülüm yok. Hava güneşliyken oldukça sıcak ama gittiğinde çok soğuk. Bu pek de alışık olduğum bir iklim değil.
Bahçede oturuyorum güneş çıktıysa. Ufaklık uyuyorsa bir de.. Çayımı alıp kitap okuyorum. Sessizlik... Her şey yerinde gibi görünüyor ama yine de bir şey eksik...
Akşam olunca o yüzlerce evden sadece birkaçının ışığı yanıyor. Pencereden bakmak bile canım istemiyor. Son gece meşhur gök gürültüsü .. Ama ne gürlemek... Şimşek tüm o karanlığı aydınlatıyor. Bizim ufaklık korkudan ağlıyor. Sabah olunca her şey durulup sakinleşiyor. Bahçedeki limon ağacından iki tane koparıyorum. Nasıl güzel kokuyor... Sonra bizim ufaklığı da öpüp koklayıp yola çıkıyorum. Yol dar ve virajlı. Yağmur görüşü engelliyor. Olympos'u yağmur bulutları kaplamış. Gidip fotoğraf çekemediğim için bi selam çakıyorum ve daha sonra gelmek üzere söz veriyorum. Uçağım rötar yapıyor... bekliyorum... bekliyorum... ve sadece birkaç gün ama nihayet İstanbul'a geliyorum. Aman Allahım ne soğuk. Hala üşüyorum...

Son zamanlarda pek çok kişi gibi gözümün içine bakıp 'nasılsın?'' diyen birine şöyle dedim '' aslında böyle boşlukta olduğum zamanlarda kötü hissederim ama şimdi nedense iyi hissediyorum. her şey güzel olacak gibi geliyor.. umaırm bu iyiye işarettir.' 'öyledir öyledir' dedi.
öyledir öyledir diyorum ben de her defasında içimden ve konuyu usulca kapatıyorum.

6 Aralık 2009

zorunlu kaçış gibi bir şey...

yarın sabah, sessiz sakin bir yerlere doğru uçuyorum. güney dilediğim kadar sıcak değilmiş ama olsun. döndüğümde kuş gibi hafifler miyim bilmem ama umarım bol bol yağmurlu fotoğraflarla dönerim...

3 Aralık 2009

her şeyi kelimelere dökmek gereksiz ve imkansız bazen...
bazı şeyleri ne kadar dile getirmeye çalışsan da nafile.
belki sessizlikle... belki...

29 Kasım 2009

hmmmmm..

hiçbir şey yokken. pek çok şey bitmiş gibi görünürken... öyle olsa bile, bunun iyi bişey yaratacağını fısıldıyor içimden bir ses. ona inandığımdan olmalı ki, çok uzun zamandır ilk kez bu kadar yakınım huzur denen nimete... aslında bu durum yazmamı engelliyor. ama yine de bazen bi kıvılcım yetebiliyor ve yazınca her şey yerini buluyor.
adamlar, kahramanlar...
gece yarısı uykuyu kaçırırmış bazen kahraman babalar, üzermiş kızlarını...
ve üzülmek diyince, ikinci adam'a yani aşka uzanırmış rüyalar...

hmmmmm...

bir küçücük aslancık varmış!
kırlarda ko ko koşaaar oynarmış.

28 Kasım 2009

adamlar, kahramanlar I

aynı kahramanı seven iki adam.
hiçbir şey yapmadan bile kahraman
biri kendi gölgesini vuruyor
diğeri henüz yolunu arıyor

bir adam var. en sevdiğim...
sigarasından derin bir nefes çekerken, gecikmiş efkarıyla uzaklara bakıyor. en uzağı kendisi. kalabalık içinde duruyor. mesafeli. günden güne geçmişe dönüyor gibi... bugün duyduğu her sözün, belleğinde bir yerlerde karşılığını buluyor sanki.. ve soyutlanmış sanıyor kendini, uzak tutulmuş sanıyor, yalnız sanıyor...buna inanıyor ve öyle oluyor...
bir nefes daha çekiyor adam sigarasından. hatalarını düşünüyor. hataları yüzünden yıllarca duyduğu öylesine söylenmiş sözleri işitir gibi... şimdi için artık yapabileceği hiçbir şey yokken, sanki suçlu hisseder gibi... suçlu hissettiriliyormuş gibi.. hatta değersiz gibi... olmayacak şeyler gibi yani...

artık sadece diğerlerinin savaşını anlasa bile yetecekken, o savaşta nerede duracağını bilemiyor adam. anlamak istemiyor. anlaşılmak da istemiyor. anlaşılmaz sanıyor. tanımıyorum sanki, sanki hiç bilmiyorum. ilk ve en iyi tanıdığım, anladığım adam bunu bilmiyor. baktığımda içini görebildiğimi bilmiyor. üzülüyor ve üzüyor. varoluşunu anlamsız sanıyor.
ve günden güne kendi yarattığı hassas dünyasına sığınp bir nefes daha çekiyor sigarasından, sonra bir nefes daha... ve geri kalan her şeyi boşveriyor.
bense en çocuk halimle, çeyrek asırlık mazimizle, o boşlukta duruyorum. ve ne yapacağımı bilmiyorum.

23 Kasım 2009

an.

Sıradan denip geçilebilecek bir fotoğraf. Ama nedense takılıp kaldım.

Anna Wolf

20 Kasım 2009

iyiolacakhasta

kendimi tanıyamıyorum aynaya baktıkça... hastalık insanı hem ruhen hem bedenen değiştiriyor. ruhen değiştiğim söylenemez, daha doğrusu ruhumu pek hissedebildiğim söylenemez ama aynada gördüğüm yüze yabancılık çekiyorum adeta. bana ait değil gibi...

midem bulanıyor bazı bazı... ama hastalıktan değil artık. düşündükçe bazen... aynı kuyuya kendi kendimi kaç defa ittiğimi gördükçe bir de... başımın döndüğünü bildikçe orda.. ayaklarım yerden kesildikçe... insan kaç defa yanılır? kaç defa bekler, kaç kez yenilir kendine? daha iyi yenilmek için mi göze alır hep?

içim üşüyor bazı bazı... sıcacık anlar anımsıyorum o zaman.. anı mı dedim. anı geçmişte kalandır değil mi? derece yükseliyor bazen de, o zaman, 'bizden diyorum ikimizden ne kalacak geriye' diye soran şiir dizesi takılıyor aklıma... dönüp duruyor...ardı sıra cevabıyla birlikte... 'birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim' offf diyorum. hayır böyle değil!

***
durup dururken... hiçbir şey hissetmeyip düşünmezken...öylece durup dururken...

18 Kasım 2009

hastayım:(

blogta son yazımı yazdıktan hemen sonra bi hastalandım ki sormayın.. pazartesi bütün gün hastanelerdeydim. iğneler, serumlar filan... savaş zamanı salgın hastalık varmış gibi her yer... pek ürkütücü. yeni yeni kendime gelmeye başladım. bugün de bütün gün yatıp uyudum. zaten istesem de başka bir şey yapamıyorum. şu iki satır şeyi yazmak, bişiler yemeğe çalışmak bile nasıl yoruyor anlatamam. dinlenmem gerek devamlı.. şimdi uykum kaçtı. annem karışık bitki çayı yapıyor onu içicem. dizimi bile izleyemedim. sayısal kuponunu buldu mu acaba cevo? bulsa film biter ama dimi:p

15 Kasım 2009

...

ayağının altında oynar zemin
gök çatlar bozulur namaz
sen sen ol
sıkı tut yüreğini
hiç belli olmaz
vaziyet umutsuz mudur
sabrımız umudumuz mudur

attila ilhan

14 Kasım 2009

belki gerekli belki gereksiz bir not:

şimdi bir önceki yazıyı tekrar okuyunca, bazı cümlelerin yanlış anlaşılabileceğini fark ettim. malum hassas mevzular.. fakat altını çizmem gerekir ki; her kelimesi saygı ve sevgiden gelmektedir. belirtmek istedim:)

ledorita is 'sudan çıkmış bir balık'!

sudan çıktığını personel giriş kartını teslim ederken anladı en çok. ama henüz o şaşkınlığı boşluğu yok üstünde. birkaç gün sonra olur...

bugün, gizli yerlere gizli notlar bırakmak istedi giderken. ama bunu fazla romantik buldu.
kendisinden anı kalsın diye bir şey isteyen abiye çok sevdiği taksim-tramvaylı magnet'ini verdi.
biri onu iyi niyetiyle şaşırttı. hem de hiç tahmin etmediği biri.
sonra başka biri;
'hadi ne söyliceksen söyle dinliyorum' dedi
'bişey söylemiycem, ben gidiyorum ya.. onun için...'
'nereye gidiyormuşsun yok öyle bişey'
'nasıl yok?'
'soralım bakalım'
'bi yanlışlık yok ki, bugün son'
'iyi tamam hadi yolun açık olsun kendine iyi bak, üzülme.' dedi ve gitti...
bazen.. bazı durumlarda inanmak istemediği şeyleri yok saymak ister ya insan. kabullenmek istemez. bu diyalogun sebebi de buydu. çünkü bir konuşsa, kalan da giden kadar üzülüp ağlardı. ama herkes sağlam kaldı:)
bir de ona çok güzel şeyler söyledi. çok mutlu oldu:) sonra pek çok kişi pek çok güzel şey söyledi.
ve sonra başka biri.. hmmmm.. yok. bu bana kalsın.. :)
şimdi bu su kaçkını ledorita, sabah erkenden uyanıp kursa gidecek... uzun zaman sadece bunu yapacak.
ama içinden hep şunu tekrarlayarak; ' her şey çok güzel olacak!'

Not: bu durumda konseptimiz değişti arkadaşlar. yakında işsizler için istanbul gezi rehberini yazmaya başlıyorum bilginiz olsun:p:)

12 Kasım 2009

bu arada

bir gün tüm bu yazdığım saçmalıklar ? derlenip toparlanıp anlamlı bir bütün oluşturacaklar. diye ümit ederek yazıyorum. uyku tutmayıp bir sürü taslak yazınca bi parantez açayım dedim.

-2

-- okuyucuya bişey anlatmayan mevzular-

kendini kötü hissetmenin daha olağan olduğu bir dönemde, etrafındakiler sorduğunda 'iyiyim' diyip gerçekten de iyi olmak, insanın kendisini bile şaşırtan bir durummuş. normal şartlarda bile daha az inanarak 'iyiyim' derken, içinde bulunulan şartlar karşısında gerçekten iyi hissetmek oldukça garip. garipti. çünkü öyle sanıyordum. ta ki bünyem tepkiler vermeye başlayana dek...
önceki gün rüyamda korkmamın da etkisiyle, dudağımda çıkan uçuk, bir şeyin daha benim aleyhimde olduğunu pek güzel nlattı. ardından hafif şiddette 'ben de varım ben de varıım' diye kendini hatırlatan yüzümdeki egzama... ki illet olduğum hastalığın nasıl zamanlarda beni ziyaret ettiğini gayet iyi biliyorum. tek yanıldığım şey, kendimi o tür bir zamanda zannetmemekmiş. ama insan farkında olmadan, hiç mi hiç ihtimal vermeden de kendini kandırabiliyormuş meğer...
sen daha sayıp dur 'iş dediğin bulunur, o dediğin de biter' diye. hı hı.. tabi canım tabi...

*
ilgisi yoktu ama olmuş olsun;
- kaça kadar sayıyorduk? :) -

11 Kasım 2009

kıskançlık

sanırım dünya üzerindeki en güçlü duygulardan biri.
insana pek çok kıskançlık sebebi öncesi ve sonrası (felaket) senaryoları yazdırabilir. aklımda senaryolar uçuşuyor. kreatifliğimi hep yanlış yerlerde harcadım zaten:p

bu yazı olabildiğince bold ve yüksek seslidir. yazar burnundan soluyarak yazmıştır.

8 Kasım 2009

i just don't know what to do with myself*

yapmamam gereken şeyleri yapıp yapmam gereken şeyleri yapmamak konusunda pek bir başarılıyım şu günlerde. bugün, kursa gitmek üzere evden çıkıp ikinci derse de yetişemeyeceğimi anlayınca, yalnız kalmak istediğimde gittiğim sahilde yürürken buldum kendimi. ama aklımdaki
'wh question'ları, dersteki 'wh question'lara tercih etmekle çok da yanlış bir şey yapmamışım, zira pek keyifliydi. sonra biriyle buluştum ve bana ' anlamsız bir rahatlık var sende. ama bence aldanma, geçici bişey gibi' dedi. hmmm dedim ben de içimden, 'evet tam olarak bu.'

sanırım hayatımın ilk ve belki de son pazartesi sendromunu yaşamaya başladım şu an. çünkü beş gün sonra pazartesi sendromu ve cumartesi öğleden sonrası keyfi yaşayacağım bir işim olmayacağı gerçeğini daha bir kabullendim sanki. ama işte, buna rağmen anlamsız bir rahatlık var üzerimde... yapılacak bi sürü iş, düşünülecek pek çok şey, vedalaşılacak onlarca ayrıntı var oysa ki.. ve sadece beş günüm...

6 Kasım 2009

hey gidinin susam sokağı!

Pek sevgili Google, Susam Sokağı'nın 40. yılını kutluyor bugün. Bir 80'ler sonu çocuğu olarak susam sokağı'nı ayıla bayıla izleyenlerdenim elbette. Gerçi sevmediğim tipler de vardı. Kurabiye canavarından hem korkar hem de severdim. Biraz büyüyünce o kurabiyeleri nasıl yemeyip de dışarı dışarı fırlattığını anlayınca büyük hayal kırıklığı yaşamıştım ama şimdi bunları hatırlamaya gerek yok:) Tabii ki edi-büdü en sevdiklerimdi. Bazen edi gibi hissederim kendimi.. böyle bi zevzek, geveze oluyorum. Bazen de büdü gibi. Yani eğer 'büdü gibi oldum' dersem, bu demektir ki kaşlarım birleşme noktasına gelmiş:)
ve 'tırtıllar asla asla kahverengi bot giymez.' Bunu hatırlamıyorum ama yıllarca kabusum oldu. Yıllar boyu kahverengi bot giymekten nefret ettim, her giydiğimde bu cümleyi söyleyip hınzırca gülen ablam yüzünden.

Sanırım günboyu bir google sayfasını boş bekletip canım sıkıldıkça, hüzünlü hüzünlü gülümsemek için edi-büdü'lü logoya bakacağım. Zaten bugün öyle bir hava hakim buralarda...

Fonda da benim hatırladığım haliyle şu şarkı;

"yağmurlu güneşli bir hava
şaşırdım yolumu karanlıktaaaaaaaaa


bir de şunları dinleyin derim:
Edi'den geliyor; büdü yokken ve Büdü'nün mutsuzluğu

4 Kasım 2009

şimdi

sessizlik vakti.
canım yandığında susabilmeyi öğrenmem gerek.
susmam gerek...

susmam gerek...

2 Kasım 2009

...

''i was hoping''

telepati

bir haksızlık var
ne söylesem bir şey eksik
yenileri de yok kelimelerin
söylemediklerimle yetinmelisin *

Özer Bal

30 Ekim 2009

...

aklımdaki soru işaretleri kalbimde cirit atınca canım fena yanmış olmalı ki ''gözyaşlarımızı bitti mi sandın?'' dedi sanırım içimde bir yerler...
bu cümle sayfalar ve saatler sürebilir. derin izleri olabilir, üzerinde yaşlar olabilir. ama bunu yazmayacağım.
şimdi bak havai fişekler patlıyor aşağıda... belki üstümüzden bir kuş geçer, belki de gökten üç elma düşer; üçü de benim başıma. biri aklımı geri getirir, biri kalbime iyi gelir, biri de bi işe yaramazsa afiyetle yerim... olamaz mı olabilir...
***
aklı birkaç karış havada bir yazı oldu farkındayım ama ipi elimde ve ayakları yerde. yani fazla uzağa gitmiş olamaz... merak etmeyiniz.

sana dün birazcık tepeden baktım canım istanbul

Fener alayı benimle alay etti. Neden bilmem ama yoktu öyle bir şey! Fakat tam orada olduğum saatlerde havai fişek gösterisi vardı. Bir tripodum olmadığı için pek şahane kareler yakalayamasam da güzel bir deneyim oldu. Fakat yalnız olmadığım için bunu yalnızlık rehberi açısından değerlendiremeyeceğim.

26 Ekim 2009

...

***
''Nefesimi tutmuş gibiyim
Kaça kadar sayıyoruz?''
***

23 Ekim 2009

kara mizahtır... ironi de olabilir, olmayabilir de...

''insan hayatta bir kişiye ihtiyaç duyar. o varsa gerisi önemli değil, o yoksa gerisi hiç önemli değil.''
dedi bir okuyucu-arkadaşım bugün. ben de bu söze bayıldım. acıtan bir cümle, acı bir gerçek. her ikimiz için de ''o yoksa'' durumu geçerli olduğundan, bunu kabullenip unutuyoruz! ve bu yüzden geri kalan 'hiç önemli olmayan' şeylere gerçekten hiç önemli değilmiş gibi davranmak amacıyla biraz aptallaşmaya ve yüzeyselleşmeye karar verdik. biz artık maria değiliz, raif efendi hiç değiliz. bu durumda tecahül-i arif olabiliriz. yani anlayacağınız üç maymunu oynuyoruz bundan böyle.

editli notlar...
* maria ve raif efendi için yine yeniden bkz: kürk mantolu madonna.
* ama yine de bu üç maymunluk ne kadar sürer bilemem. en fazla üç vakte kadar çöker bu sistem bence! :)

22 Ekim 2009

heavy metal aşkına...

müzik çok çok ilginç bir olgu gerçekten.. çok az türde müzik dinleyenleri anlayamıyorum günden güne, büyüdükçe... nasıl tek çeşit gıda ile beslenemiyorsam, tek veya bir kaç çeşit müzikle de ruhum beslenmez. hepsi başka bir yanımı doyuruyor çünkü. ama hiç yemediğim yemekler gibi hiç dinleyemediklerim de var tabii...
uzun zaman sonra metalik şeyler dinleyince fark ettim şimdi. bir yerlerde unuttuğum kapılar açıldı. üstelik hiç de karanlık değil. oh be! :)

16 Ekim 2009

durgun sular

Hafif bulutlu içim. Ama bu defa sebebi her zamanki şeylerin önüne geçti gibi. Sabaha karşı, hemen hemen boş olan hastanenin soğuk ve karanlık koridorlarında dolaşmak ve beklemek iyi gelmedi... Böyle anlarda zaman duruyor. Başka bir boyuta geçiyor insan, başka bir zaman akıyor kendi içinde.
Sonra tahliller, röntgenler filan ne stresli, ne can sıkıcı şeyler, sebepleri ve sonuçları ciddi olmadığı hallerde bile.

ki bunlar ne ki? hiç...

...

Selçuk Erdem'in aşçılık okulu. Bana okul yıllarımı hatırlattı.:)

13 Ekim 2009

acı

''acı geçiyor
acı geçiyor
acı elbette geçiyor
acı çekmiş olmak geçmiyor.''

* Kemal Varol

zamanlardan ve olaylardan bağımsız bir 'alıntı'..

11 Ekim 2009

kaynak göster bence

''Aksi belirtilmedikçe tüm yazılanlar ledorita'ya aittir. Kendi kendine zırvalıyor buralarda. Ben olsam bu saçmalıkları izinsiz alıp kullanmazdım.''

9 Ekim 2009

anna karina

*please full view

Kadın eşittir Monica Bellucci'dir onu biliyoruz. Ama bu kadın Anna Karina, yıllar yıllar evvel masumiyetin, güzelliğin ve karizmanın adını koymuş sanki. Şimdi bu kadar mükemmel görünmeyebilir ama böyle bir fotoğraf arşivi var, daha ne olsun! Hem gördüğünüz gibi son derece güzel fotoğraflanmak da ayrı bir şans olsa gerek.

Hmm kıskançlık kokusu mu aldınız? Yok canım...

7 Ekim 2009

...

''yüzüğümün içindeki zehir;
iki cümle, dili zifir.''

ledorita

altyazılar - son -

(seriyi hatırlamak için önce buraya göz atabilirsiniz.)

***
ve öptüm, öptüm, öptüm seni... her defasında sonmuş gibi... her defasında, bir daha olmazsa diye doya doya... 'bir an' varsa bize ait olan, onu sonuna kadar yaşamalıyım diye.
baktım baktım baktım... yüzünün en ince detaylarını kazıdım zihnime...
bir gün artık görmezsem, solmasın hafızamda diye.
dinledim hep ve düşündüm düşündüm...
seni övgüyle anlatanlara kulak kesildim. gözlerim doldu.
biraz daha sevdim sevdim sevdim seni
ama hep yenildim ve gittim.

***
ledorita-Ağustos 2009, 'Kuzey'den..'



6 Ekim 2009

hmmmm

“kaderin size bahşettiği şeylere belli bir mesafede durun ki istediği zaman onları rahatça geri alsın hayat, sizden koparmasın.” *

seneca

5 Ekim 2009

duygusal çemkirmece

''nasıl oluyor da, karşısındakini bu kadar iyi anlayan bir insan, onu bu kadar kırabiliyor?''
gerçekten anlaşıldığı için, anladığını bildiği için 'kırılma eşiği' düşüyor olabilir mi insanın? yakınlarda bahsettiğim kitapta dediği gibi ''o bile böyle yaptıktan sonra...'' ''o bile..'
'Allahım, çok ilkel düşünüyorum ama özümüz de bu değil mi zaten, neyse diyorum ki, neslimizi sürdürmekse eğer asıl amaç, aşk meşk mevzuları şart mıydı yani? biz asıl amacımızı unutup kırmızı kalpler filan çiziyoruz, binbir türlü şey icat ediyoruz? şiir yazıyoruz mesela, şarkılar gırla... blog filan bulduk, sayfalarca saçmalıyoruz? bir cümleyle dağılıp, bir öpücükle toparlanıyoruz. ya da tam tersi... özlüyoruz bir de en kötüsü...
bu mudur yani olay?

peki uzayda aşk var mı? yoksa bi füze tasarlatıcam.

yabani ve şaşkın ördeğin öylesine notları...

* 'Beklemek' üzerine konuşunca şöyle bir sahne geldi gözümün önüne, sanki kuliste rolü gelsin diye bekleyen oyuncularz. Hepimizin sırası gelecek ve sahneye çıkacak. Oyununu oynayacak... Asıl olan o sahne çünkü.
ve ama John Lennon'ın meşhur sözünü hatırladım sonra. ne kadar haklı...

* Geçen hafta, kurs kaydı için gittiğim üniversitede şaşkın ördek gibi üç beş insanın arasında gideceğim binayı ararken, şurası olabilir mi ki acaba diye yaklaştığım dev gibi binanıın kapısında küçücük 'erkek yurdu' tabelasını son anda görünce rotamı hızla değiştirdim. Neyse ki kimseye belli etmeyecek kadar da soğukkanlı davrandım ve küçük çaplı bi utanç halinden kurtuldum. Yazıyı görmeseydim ve içeri girmeye kalkışsaydım yüzümün alacağı kırmızı tonları düşünemiyorum bile:)

* Bu haftasonu da, işte o kursun başlaması nedeniyle bulunduğum, çoğunluğu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu okul ortamı bana her nedense öğrencilik yıllarımı filan hatırlatmadı. Bambaşka bir yer ve bambaşka bir şeyi çünkü bu. Tam anlamıyla 'bir garip' hissettim. Sanki uzaydan düşmüş gibi ya da yıllarca bir yerde kapalı kalmış da dünyaya yabancılaşmış gibi. Kış uykusundaymışım da uyanır uyanmaz kalkıp gözlerim şiş bi halde okula gitmişim gibi... Herkes de bunu biliyormuş gibi... öyle gibi böyle gibi... kısaca; pek bir değişmiş ve büyümüş buldum kendimi. Hiç olmadığım kadar 'kendime has' olmuşum. (elbetteki çok subjektif.)

Başkalarına gelince; herkes pek bir heyecanlı. Herkesin eğitim ve kariyer telaşları var. Planları var büyük büyük. Kendine güvenler en tepelerde. Herkes en iyi ve en çok bilen. Bu noktada ben nerdeyim bilmiyorum. O kış uykusundan uyanmış, gözleri mahmur halimle '' ee nerde kalmıştık?'' der gibiyim. Heyecanlarımı, telaşlarımı ve planlarımı hafızamda ve daha derinlerde arar gibiyim, bulmak üzere gibiyim.

* ve ikiye bölünüyorum her zamanki gibi.. aklım karmakarışık ama yine de dupduruyum hala...
---
''hadi ordan, yabani ve şaşkın ördek olur mu ?'' demeyin.. olur... :)

3 Ekim 2009

zincirleme gülümseme tamlaması

''otobüsteydim. yolda yürürken kendi kendine gülümseyen birini gördüm. dudağının kenarındaki gülümsemeyi nasıl saklayacağını bilemiyordu. kendime bakar gibi oldum. böyle göründüğüm anlarımı anımsayıp gülümsedim. yanımdan başka bir otobüs geçti. biri bana baktı. otobüste kendi kendine gülümseyen biri oldum.''

2 Ekim 2009

30 Eylül 2009

son eylül akşamında...

beynim yorgun. herhangi bir mesaj alamayacak kadar yorgun. ama enerjim halen tükenmedi nedense... bu durumda da yapılacak en iyi şey yatağa uzanıp müzik dinlerken hayal kurmak ve sakin sakin düşünmek sanırım. yani uzun zamandır yapmadığım şey... gün boyu telefon trafiğinden serseme dönmüş zihnim dingin sularda şu anda.. sesim de çatallanıp kısılmanın eşiğinden dönmekte... bu yazıyı da bitirip müzik ve hayallerimle başbaşa kalacağım şimdi... hmmm pek huzurlu...

bu pek sevdiğim şarkı da kendime armağan olsun;
yorgunsun
akan sudan daha çok yorgunsun
yalnızsın
bir damla kadar göl içinde yalnızsın

...

İş hayatı ne kadar erkeksi öyle değil mi?
Bugün birisi bana ''sinirlenme el kol yapma şimdi'' dediğinde bir kez daha anladım bunu. Ben ki bi nevi İspanyol esintileriyle ellerimi kullanarak konuşan bi insanım. Bu konuda üniversitede gördüğüm 'beden dili' dersinden nasibimi almamışım demek ki.. Ama seviyorum elimde değil:)
(Bak burada kelime oyunu yaptım, yakaladın mı okuyucu?: ) ) Ama demek ki yanlış anlaşılmalara sebep olabiliyormuş...
Her neyse.. Demem o ki etrafınızda sert kelimelerle konuşan insanlar varsa, siz de o derece sert bir duvar örüyorsunuz. Duvar derken alışkanlık duvarı, ama tabii başkalarına karşı. Ve gitgide, tahminen en uç noktaları gördükçe, kırılma, alınma, şaşırma eşiğiniz yükseliyor. Ehh bu da iyi bir şey olsa gerek.

27 Eylül 2009

ayrıntı

- şuraya gittim, buraya gittim, şunu yaptım, bunu yaptım.
- kimle?
- yalnız. artık hep böyle...
- niye x yok mu, onunla niye gitmiyorsun?
- yok... denecek kadar az.

birinin 'hayatımdaki' yeri için 'yok denecek kadar az' sıfatını kullanmak ne acı. artık hergün yeni bişeyde anladığım gibi bir kez daha anladım bunu.

25 Eylül 2009

aşk böceği misiinnn?

- hadi kapat
- hayır önce sen kapat.
- hayııır seenn.
behlül-bihter ikilisi bile bu moda girdi ya artık kendimden utanıyorum. ömrü hayatımda yapmadım bunu. hiç öyle romantik bi aşık olamadım. pek çok erkek gibi ben de incelikten uzak geldim öyle de gideceğim. yani en az 'hiç ince değilsin' dediğim adamlar kadarım ben de... hayıırr sen kapat demek yerine tribe bağlıyorum ben sanırım. ordan kaybediyorum işte! halbuki şirinlik yapsan krema kıvamında kapanacak o telefon ya da her ne iletişim aracıysa...
eski biri mesela tam öyle biriydi ki bu yüzden eskidi. öyle bi 'aşkııaammmm' derdi ki gülmek ister ama gülemezdim. erkek kısmının daha aşk böceği olması trajikomik bir durum zira..
her neyse...
bu kısmen, 'zamansız' bir yapım olmasından kaynaklanıyor. çünkü mesela 15 yaşındayken bu tiplere 'ahahah bebelere bak' 'ıyyy mıç mıç bu ne ya' şeklinde küçümser dururdum. halbuki senin de onlardan bi farkın yok ki şaşkın. olmamalı yani. niye oluyor ki?
ama aslında her şey genel zevklere uymak zorunda da değil. ben o anı romantik buluyorsam, sevgimi, nazımı, kaprisimi, sevgililiğimi yansıttığımı ve anlaşıldığını hissediyorsam bitmiştir.
hiç akla gelmedik mekanlar, sözler, müzikler vs. vs olabilir...
mumlar, loş ışıklar, kırmızı kalpler ve kırmızı güller, 'aşkııamm' lar olmadan da aşk böceği olunabilir... birbirinizi hırpalamayın boşuna.

adresi belli not: yazıdan da anlaşılacağı gibi o kara kara bulutlar gitti gibi ama ''noldu sana?'' dendiğine göre yüzümde gölgesi kalmış. ama onlar da geçer, eminim...

waltz

before sunset'ten...

24 Eylül 2009

saklanmadan önce... maskesiz , filtresiz, korkusuz...

''kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
''
üşüyorum günlerdir... evde bile ellerim buz tutuyor, burnumın ucu üşüyor. bu mevsimde üşümeyi seviyorum. üşüyüp sonra ısınmayı... sıcak çayla içimi ısıtmayı, bluzümün kollarını ellerime çekmeyi, battaniyenin altına sığınmayı, o huzurlu heyecanı ve daha pek çok şeyi...
bu yazı sevdim.
ama sonbaharından, kışından korkuyorum. kendimi oyalayacak uğraşlar planlıyorum. ne kadar az vaktim olursa o kadar iyi olurum diyorum. mümkün olmayacağını bile bile kendimden uzak olmak istiyorum... 'hmmm sonbaharın nesini seviyorum, nesini sevmiyorum' diye durup düşünecek veya hissetmek isteyecek durumda olmak istemiyorum. zira umrumda değil! böyle bir yazıya oturmak istemiyorum. en çok da özlemek istemiyorum, üstelik böylesini... istemek istemiyorum hiçbir şeyi, duymak istemiyorum aklımdan geçenleri, dinlemek istemiyorum kalbimi ve görmek istemiyorum, şahit olmak istemiyorum hiçbir şeye.

yani bir ölüden değil ama bir makineden farksız olmak istiyorum.

uyumak istiyorum. uyandığımda hiçbir şey değişmemiş olacak belki ama ruhum duymadan zaman geçmiş olacak...

şu kadar zaman geçti diyoruz ya hani, bir o kadar daha geçecek ve sonra her şey bitecek...

22 Eylül 2009

nerde benim çatapatım!?!

Bayram tatili planlarım rotasını değiştirip geriye, yani evime yönelince ilk gün için, yapılacak en iyi şey evden çıkmamaktı. Böyle olunca da evde aile büyükleri bayram boyunca olmayacağı için herhangi bir sorumluluk da taşıdığımı düşünmedim ve mahallemizin çocukları hiç kusura bakmasın ama ben zaten aradığım 'evde tembellik' moduna girmişken, kapıyı açıp 'iyi bayramlaaaar ' sesleri arasında şeker çikolata ikram edemezdim. Etmedim. ( cıık cık cık ) Halbuki hazırlamıştım aslında, ama kapıyı çalan çocuklarla bile bayramlaşamayacak kadar asosyalim! ve aramam gereken kişileri aramayacak kadar da 'hayırsızım' şu sıra...

Ama o veletlere diyeceğim şu; bak yavru, nostaljik bi tonla konuşacağım ama; kız ol erkek ol, bayramlarda çatapatın yoksa, kızkaçıranın yoksa, 'para mı verecekler, şeker mi?' derdin yoksa, kırmızı rugan ayakkabıların yoksa ve kardeşinle, kuzeninle veya arkadaşınla gibip 'gazoz' alıp sallayıp sallayıp patlatmıyorsan... üzgünüm ama bayramın tadını bilmiyorsun... şimdi sizin o 'çocuk dünyası' nasıl bilmiyorum ama bu kadar küçük şeylerden mutlu olacak kadar' naif değil sanırım. Ben şimdi, kankama kurban bayramında 'msn'den o koyun zannettiğim ikonu yolluyorum mesela. Bu bayramda da şeker ikonu. Allahım nasıl bir geyik, nasıl eğleniyoruz anlatamam. Sizin için bu tarz şeyler, gerçek bir eğlence değildir umarım.

Her neyse...

Bir de şu var; nerde olduğu sorup durulan eski bayramlar benim için; keşke böyle olmasa dediğim aile, eş dost, arkadaş ilişkilerimde, umutsuzluğumda, mesai saatlerimde, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerde... kendimle mücadelemde, başkalarının mücadelesinde.. ve saymayacağım bir çok ayrıntıda...
ve hal böyleyken ilk sabah babamın bayram namazından gelmesi ( aslında sadece bu konuya değinmek istiyordum ama vazgeçtim. benim için çok hassas bir kavram olmuş...) ve sonrasında gelen misafirleri, evin hanım kızı gülümsemesiyle babamla birlikte ağırladıktan ve en yakınlarımla bayramlaştıktan, babanemi, dedemi kabrinde ziyaret ettikten sonra, bi istisna olarak bu bayram yalnız ve asosyal kalan ben; film, alışveriş, uyku, yemek ekseninde zaman geçirdim durdum. Birazdan da bu dörtlünün alışveriş ayağıyla devam edeceğim...

Umarım başkalarının bayramı halen çatapat heyacanında anlamını korumaya devam ediyordur.

19 Eylül 2009

invisible kid

yeni açtığı blogunu bulmam için satır aralarında şifreler vererek, son günlerde pek bi zehir gibi çalışan kafama bi sürelik error verdiren, öyle zannediyorum ki 'blogger filan deme, bana ters!' diyecek olan ama taze blogger, abilerin abisi, artık sormadan da, sence öyle midir, böyle midir? demeden de yazdıklarından bişeyler öğrenebileceğim ve iddia ettiğine göre görünmez adam f'ye hoşgeldin armağanımdır...

Invisible kid
Got a place of his own
Where he'll never be known
Inward he's grown

heytt be metallica kimin için yazmış! :p:))

14 Eylül 2009

kürk mantolu madonna II

Gözlerim doluyor, taşıyor hatta... İki gündür yol boyunca okudum, okudum...
Bu kitabın bana neler yapabileceğini henüz adım adım yaklaşırken, tuhaf bir şekilde karşıma çıkarken sezmiştim. Buna rağmen sanırım bana söylediği pek çok şeyi daha önceden farkına varmamış ve düşünmemiş olsam, daha fazla sarsılırdım. Şimdiyse bildiğim şeylerden emin oldum ve görmediğim kapıların ardını gördüm. Dahası olamaz sandığım derinliklere indim ve en somut haliyle, geçen yıl yazdığım bir yazıda sözünü ettiğim bir şeyin hayat bulmuş halini gördüm:
Maria’dan sonraki ‘onsuz’ hayatın hiçbir anlamı olmaması…
***
Raif Bey bir gün soruyor; "Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar mesut çok mesut edebiliyor?" diye.
Ben de düşünüyorum; ''nasıl oluyor da, bir insan başka bir insanın düşünüp hissettiklerini, bu denli aynı ruhla, sanki aynı kelimelerle ve aynı tondaki renklerle, aynı nefesle yazabiliyor, resmedebiliyor?''

Aklım bunu almıyor. Ama garip bir doğallıkla kabulleniyor.

Uzun zamandır, kendimden bile sakınarak, 'o kadar olmamak' için direndiğim halde, dayanamayıp anlatmaya çalıştığım hemen hemen her şeyi Raif Bey'in satırlarında bulmak, yazmadığım, söylediğim, içime sakladığım o hisleri, milyonlarca aşık varsa milyonlarca aşk tanımı olduğu halde, yıllar evvel yazılmış satırlarda bulmak, sanırım muzicevi bir rastlantıdır. Ve eminim ki bugüne dek olmadığı gibi başka hiçbir hikaye daha doğrusu karakterle bu kadar benzer olamam.
***
Çok çok daha fazla yazabilirim. Tüylerimi ürperten, gözlerimi dolduran ayrıntıları anlatabilirim. Hatta yazılmamış ama var olduğunu hissettiğim şeyleri anlatabilirim. Ama ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım bu tarif etmeye çalıştığım şeyi, beni neden bu kadar etkilediğini anlamak için, önce ‘onları’ sonra da ‘bizi’ tanıyıp anlamış olmak gerek sanırım. Buna da lüzum olmadığına göre ve anlattığım hiçbir şeyin bir anlamı olmadığına göre, hikayeye daha fazla kendimi bulaştırmadan konuya anlamak istemediğim tek cümlesiyle noktayı koyuyorum.

" 'demek beni kıskanmıyorsunuz ha?' 'Beni sahiden bu kadar çok mu seviyorsun?' ''

ilk yazı için...

11 Eylül 2009

this is the life

içim kıpır kıpır değil ama öyle olduğu zaman bu şarkıya denk gelirsem daha da bi kıpır kıpır oluyorum. sen ne güzel bi şarkısın, this is the life.

10 Eylül 2009

9 Eylül 2009

ilham yağmurları

''Dışarıda yağan yağmur sizde ne gibi duygular uyandırıyor'' diye başlardı pencereden bakarken, buğulu sesiyle lisedeki edebiyat hocam. Nasıl olurdu bilmem ama her komposizyon sınavında yağmur yağar, biz bu cümleyi duyardık ve ''dışarıda yağan yağmur'' toprak kokulu, ıslak, soğuk, karanlık ve hüzünlü satırlara dönüşürdü her defasında. Başka türlüsü mümkün mü ki zaten?
İlk ders olursa bir de. Ellerim ıslak, saçlarımda su damlacıkları ve kıpkırmızı olmuş burnumla, yani kendimde en tiksindiğim halimle ben... Altına imzamı atmadan, tamam daha doğrusu sol üste adımı yazmadan da tanınabilecek satırlar yazmaya çalışırdım pek de farkında olmadan. Belirlenmiş bir konuda yazmaktan hiç hoşlanmadığım halde bu biraz daha özgür gelirdi.
O zamanlar saf duygu ve düşünce harmanlı stilime, bildiğim hiçbir şeyi yansıtmamanın doğru bir şey olduğunu sanırdım nedense...
Ta ki hocam 'ismin olmasa da anlarım sen olduğunu ama bilgilerinle besleyebilsen bir de'' gibi bir şey söyleyene dek...

Zamanla ne demek olduğunu anladığım bu cümleye o gün sevindiğim kadar üzülmüştüm de...

Fakat şimdi, o günlere ve sonrasına inat, yağmur artık ilham vermiyor bana. Evde de, ofiste de odamdan baktığımda dibimde ağaçlar görüyorum. Perdelerimi biraz daha açıyorum. Aralık olan camımdan içeri yağmurun sesi, kokusu, serinliği giriyor. Biraz üşürsem üzerimdekinin kollarını çekiştiriyorum ve mümkünse çayımdan bir yudum alıyorum. Bu an yetiyor. Her şeye hazırım gibi geliyor o an. Tamam diyorum, üzülelim, mutlu olalım, ağlayalım gülelim... Hazırım...
(Tabii bunları yağmur birilerinin felaketine neden olmadığı zamanlarda hissedebiliyorum.
)
Ve o an gerçekten orada oluyorum. Çünkü hayalini kurmak istediğim hiçbir şey yok. Daha doğrusu yokmuş gibi yapmaktan yanayım. Yaşanmış ve tasvir edeceğim her şey de anlatınca benden çıkıp, başkalarının zihninde birer hayale dönüşüp bana yabancılaşacağı için kendime saklıyorum.

Oysa ki ne zaman ince ince yılın ilk karı yağsa, İstanbul'un bir ucunda, bir okulun arka sokağında küçücük bir öpücükle karışmış kar tanesiyle eriyen, saf bir aşığım ben.
ve ne zaman yağmur yağsa pek çok şeyim. Ama en çok, ince ince bir yağmurum, kalabalığın arasında tutmaya çalıştığı bir elim... Islak saçlarımı, kızarmış burnumu belki de ilk kez severken, sırılsıklam aşığım...

Şimdi ise tüm bunları geride bırakmış halimle, dingin, üzgün ama umutlu ya da hani böyle vardır ya neşeli gibi ama hüzünlü gibi bir şarkı misali halimle pencerenin önündeyim. Hiçbir şey yazmıyor, düşünmüyor sadece yaşıyorum. Çünkü bildiğim ve emin olduğum tek şey bana yetiyor...

edit: bu yağmurlara olması bu yazı. zamansız olsun.

7 Eylül 2009

zoom in zoom out

''Ama öyle olmuyor ki. Bir şeye canını sıkıyorsun, sonra bilmemkaç yıllık hayatını düşünüyorsun ve bundan sonra olabilecek kimbilir kaç yıllık hayatını... Baktığında o sorun ettiğin şey küçücük kalıyor. 'aman ya buna mı üzülücem' diyorsun. Geçmişe bakıyorsun, sonra bugününe şükredip, her şeyi geleceğe teslim ediyorsun. Böyle düşününce tamam. Ama şimdiki zaman var! Geçmişte ya da gelecekte değilsin ki, şimdiki zamandasın Canını sıkan şeyleri yokmuş gibi yapıp ya da hafife alıp nasıl olsa her şey olacağına varır rahatlığını koruyamıyorsun her zaman.''

dedi mutfak masasında dün akşam.

Evet, sanırım yakınlaşıp uzaklaşmakta bütün mesele.


4 Eylül 2009

Aynaya bakıyor gibi.


edit: çektim. aynısı olmadı ama olsun!:)
edit 2: yoğun istek üzerine...

ledorita bazen, yalnız başına fotoğraf çekerken aynen böyle oluyor:)
Etrafta 'odaklanan' var mı diye düşünüp gerilmekten konuya odaklanamıyor. Halbuki niye tırsıyorsun, baksana sen işine! Alışacak diye umuyorum:)

Not: Çizimin kime ait olduğunu bilmiyorum. Linki kaybettim:(

kürk mantolu madonna


"Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu..biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk.''

Bazı şeyler garip bir şekilde beni kendine doğru çekiyor, sağda solda, en tuhaf anlarımda karşıma çıkarak.
Bir gün bulunduğunuz yerde nefes alamayacak duruma gelirsiniz ve bir bahane ile, izin alıp 'kaçmaya' çalışırsınız. Ama izni verecek olan ve sizi bir bakışta çözen, yani gözlerinize çok hafif ama çok hafif bir bulut dahi düşse anlayacak, görecek kadar açık gözlere sahip biri ise, o izni almak kolay olmaz. saatler sürer anlatması. Gözlerinizdeki o bulut gitmeden, kalbinizin sıkışıklığı hafiflemeden bırakmaz. Sonra hadi şimdi git der... artık gitmeseniz de olur aslında. Ama gidersiniz yine de, fakat daha bir güçlü adımlarla... Sonra bir yerde oturursunuz. tuhaf bir özgürlük duygusu sarar heryerinizi. O günlerde sürekli bir şekilde yine karşınıza çıkan, zaten hep merak ettiğiniz ama nedense okumaya çalışmadığınız bir roman çıkar yine karşınıza. Bir an, yan masaya takılır gözleriniz ve eskimeye yüz tutmuş haliyle bir kadının ellerindedir: Kürk Mantolu Madonna.

Bir an önce kalkıp kitapçıya girip alınır, fakat sonrasında nasıl ruh hallerine düşüldüyse artık, bir kenara atılır, unutulur. Neredeyse bir yıl sonra hatırlanır. ve okudukça yavaş yavaş anlaşılır ki, aslında hiçbir şey tesadüf değil.
Şimdi her defasında korka korka çeviriyorum sayfaları.

"Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

***
* resim: klimt
benim de gözümde canlanan buydu.

2 Eylül 2009

yazmak ya da yazmamak işte bütün mesele bu!

saçma geliyor şu sıra.. neden bilmem. bir zamanlar kendime ve bloga verdiğim 'hisli mevzularda yazmayacağım' sözünü tutamamak da cabası.

kayıtsızlığın kaydı

* kayıtsızlaşıyorum son günlerde. cahilliğe vuruyorum. mesela şöyle oluyor;
-'' bak şimdi buna üzüldüm.''
-''üzülmek derken???''

**
gerçeklerden esintiyle kurgulanan, altyazılar'ın hemen hemen sonuna geldik ama henüz son bölümünü yayınlayacak cesaretim yok.

1 Eylül 2009

altyazılar (6)

Korktum o gün, o yolda yalnız başıma yürürken. Korktum demedim.
Üşüdüm. Çok üşüdüm...
Çok güzel bir sabahtı o gün. Yüzüme kocaman bir gülümseme kondurup da 'günaydın' demedim.
Tüm bunlara rağmen, o kadar çok şey söyledim ve yaptım ki...

-altyazılar-

altyazılar (5)

Birkaç kişiydik o akşam ve kimse yalnız değildi. O an orada olmasalar bile, varlardı. Yalnız hissettim yine ve yanına geldim. Telefonun çaldı. Dışında kaldım. Bir kez daha hatırladım; 'arta kalan zamanlar benim'di...

- altyazılar-

29 Ağustos 2009

ledorita?

olmaz, olamazz! bir anlamı varmış!!!
kaçınılmazdır, herkes sorar ilk duyduğunda. ''anlamı nedir?'' diye 'bir anlamı yok. benim uydurmam.'' derim ben de. yıllar yıllar evvel, fantastik edebiyata merak sardığım dönemlerde, dünyalar arası geçişleri konu alan bir hikaye yazarken, fantastik edebiyat gereği şehir, kahraman vs.. isimleri uydurmak durumundaydım ve bunun için pek çok anlamsız kelime yazdım. bazılarına da karakterine göre anlam yükledim. sonra hikayeyi yazmaktan vazgeçince, bir gün kendime kamufle bir kimlik ararken, o uydurmaların arasından ledorita'yı seçtim. orjinal yazılışı led-orita şeklindeydi. hikayede 'iyilik meleği' olarak tanımlanan bir tür görevliydi. tabii bana hoş ve naif gelen kelimeyi kullanmaktan başka öykünün bu kısmıyla ilgim yok. iyilik meleği filan değilim yani:)
her neyse... geçenlerde google'a dedim ki 'google google, ledorita hakkında ne biliyorsan dökül!'
o da döküldü. netteki fotoğraf galerilerim ve bloglarımdan başka birkaç şey daha çıktı ve kafam çok karıştı! benimle ilgisi olmayan şeyler ama merak ettim! biri için ultimate online ile haşırneşir birini bulmam lazım.

diğeri de şöyle bir şey;
''shvachennye
gekkoringami, podpodoshvennye uchastki  ledorita  nadlomilis''
deli gibi kaynak ve sözlük dolaştım ama dilinden bile emin değilim halen. anlayan varsa ses versin:)

ve bir de not: son birkaç gündür şu smiley kadar bile gülümsemediğimi farkettim şimdi.
saçlarını kestirdi böyle oldu!
saçlarının rengi ve modelini hemen hemen hiç değiştirmeyen biri olarak bile şundan eminim ki bizim için bu denklem şöyle:
depresif mod = kuaför = depresif mod

ne pis bi kaosmuşsun sen!



28 Ağustos 2009

açlık başa vurunca

bozgunlar

hiçbir aşk ve macera tanrısı
yola çıktığı gibi dönmez geriye
kabuk bağlar yüzümüzdeki gölgeler
unutarak ve vedalaşarak geçilen
durakların birinde inmemiz gerekir
bindiğimiz düşlerden
hayat belki başka biri yapar bizi
bir melodram öğesi olarak
umudun da, umutsuzluğun da aşıldığı
o altın dengede
biliriz içimizdeki avdan yorgun dönen akşamlar
ne kadar bütünlese de
parçalar.

***
murathan mungan-bozgunlar

26 Ağustos 2009

in a manner of speaking

dün akşam sourberry' de dinlerken bir kez daha aşık oldum bu şarkıya.
öyle güzel öyle anlamlı ki
altyazılar serisinin şarkısı olmalı dedim.

buradan dinleyebilirsiniz


altyazılar (4)

''Hiçbir nedeni yokken canım sıkıldı bir gün. Bomboş geldi her şey. Büyük ve kalabalık bir yerde tek başına kalmış bir çocuk gibiydim. Yalnız hissettim. Galiba seni özlemekti bu.
Yanına geldim, 'canım sıkıldı' dedim. özledim demedim.''

***



24 Ağustos 2009

altyazılar (3)

''anlıyorum demiştim. anlamıyordum oysa...
sadece anlamıyor, adeta yaşıyordum.''

-altyazılar-

can sıkıntısı

yarım bir kalp olmuş orda. bazen çekim yaparken ne çektiğimi görmüyorum, sonuca da şaşırıyorum böyle. üzerine pek çok şey yazılabilecek bir kare aslında ama hiç duygusal çağrışımlar yapacak havada değilim bu ara. isteyen yorumlayabilir;)

Jude Law - Hamlet

23 Ağustos 2009

altyazılar (2)

''Derin derin baktın bir gün. Çok yakın ama çok uzak gibi. Sanki ben gerçek hayatta yaşamıyormuşum ve sen o hayatta binlerce savaş veriyormuşsun da ben bunlara çok uzakmışım gibi...
anlattın, anlattın... yalnızca
anlıyorum dedim.''

-altyazılar-

altyazılar (1)

''Bir fotoğraf bulduk o gün orda. Sen efkarlandın, bir sigara yaktın. Uzun uzun baktın özlediğin adama. Ben de sana baktım. Hiçbir şey denemezdi o an. Hiçbir şey demedim.''

-altyazılar -

22 Ağustos 2009

iftarlar, sıcak pide ve bir garip huzur


Ramazan münasebetiyle yeme içme mevzularına dalacağım, bu konuda eline su dökemeyeceğim bherefu gibi :)

iftar sofrasında sıcacık pide, peynir ve çayım olsun başka bişey istemem. Ama mütevazi de olsa şu manzara da bir başka oluyor tabii. Son birkaç yıldır şirkette yaptığım iftarlarda kalabalık, paylaşma ve huzurun anlamı biraz daha güçleniyordu sanki. Bu yıl ise evde olacağım için, yemek hazırlanırken bol bol fotoğraf çekeceğim sanırım. O son bir saat başka türlü geçmez çünkü.:)

21 Ağustos 2009

...

" bir misafirliğe gitsem.
bana temiz bir yatak yapsalar
her şeyi, adımı bile unutup
uyusam. "

murathan mungan

20 Ağustos 2009

blogu fotoblog'a çevirmicem söz. ama bunlar da foto galeri'ye konmaz öyle değil mi?;)

bugün hiç şımarasım yoktu ama... jelibon, petito ve big babol hediye aldı biri bana. nasıl şımar mıyım şimdi ki :)
bir de şu kediyle tanışın. kedi sevmem, kedi fotoğrafı da sevmem ama hayvanda nasıl bi estetik varsa güzel poz veriyorlar doğruya doğru. kendisi iş yerinin karşısındaki süperbakkal'ın etrafında dolaşan, sık sık içeri girmeme engel olan kedidir. bu da şirketin bahçesinde güneşlendiği anın ve ardından 'ne çekiosun kardeşim' edasıyla bana çemkirmesinden az önceki anların kareleridir. ikinci pozunu gördükten sonra 'pardon abi rahatsız ettik' diyesim geldi resmen.

waiting

yazasım yok. en iyisi fotoğraflamak dedim.

ne güzel sormuş nick cave abimiz;
'are you the one that i have been waiting for you?
'



yine ağustos.. yine daha bi ağırlaşıyor her şey...


iyi geliyor bazen...

iyi yanı hiç solmaması;)

ama hep acelemiz var... hep... 'festina lente'


kahve- gazete- bekleyen- beklenen ve zaman...


bu en heyecanlısı belki de... parmakları dolanıyor insanın.


buna sözüm yok...

bu da bi itiraf, bi sır.

'özel' birine sms göndermişsem ve cevap bekliyorsam, aman Allah o süre nasıl güzel bir işkenceye dönüşür anlatamam. Tam bir karın ağrısı. O nedenle çoğu zaman dakikada binbeşyüz defa bakmamak için, telefonumu tamamen kapatıyorum. bi 10 dk. yarım saat, bilemedin
1 saat sonra açınca gelmiş olursa süpriz olsun, ben de sanki beklemiyormuş gibi hissedeyim diye... ama bazen bu numara da işe yaramıyor ya da gerek kalmıyor.. neyse..

waiting for the miracle!


16 Ağustos 2009

bir ben vardır bende benden içeri

''fark ettim ki; içimde yaramaz bir kız çocuğu var. küçük mutluluk oyunları oynuyor kendince. hala muzurluk, eğlence peşince... ve işin kötüsü ona söz geçiremiyorum. tüm inatçı, şımarık, sersem ve cesur eylemlerimin sorumlusu odur! :) bana kalsa çoktan griye dönmüş, durgun bi deniz olmuştu her şey... ama kendisi de inanmayarak yapıyor aslıda, yine de üzülüyor diye üzülüyorum... kıyamam... bu duygu insanı bu hale getiriyor sanırım. yazık be!... :) ''

ledorita - günlerden bir gün, saçma sapan süprizler peşindeyken.

15 Ağustos 2009

mis kokulu kariyer planları

iş hayatına başladığımdan beri, dönem dönem gelen 'nerdeyim, napıyorum, ne yapmak istiyorum' tarzı sorularla boğuşurum. ve çoğu zaman, burada paylaşamayacağım sebeplerden ötürü, çözümsüz ve eylemsiz kalır, sızlanmalardan öteye gidemezler. fakat şimdi ne istediğimi buldum sanırım:

fırın açıcam ben! evet!


henüz pek küçük bir çocukken, ''büyüyünce ne olacaksın?'' sorusuna verdiğim iki cevaptan biri 'fırıncı' imiş... o zamanlar ne gibi bir dayanağım vardı bilemiyorum. ama bugün anladım ki benim çeşit çeşit kurabiyeler, ekmekler evet özellikle ekmekler, yaptığım bir yerim olmalı...
o birbirinden güzel kokuların insana nasıl bir mutluluk vereceğini son zamanlarda evde moda olan ekmek yapma sayesinde tahmin edebiliyorum. sabaha karşı mis gibi kokularla uyanmak acayip bişey! benim de kocaman ama sevimli ve sıcak bi yerim olsa... vitrinimi böyle türlü türlü iştah açıcı ekmeklerle süslesem, sabah kahvaltılarını zeytinli poğaçalarla yapan müşterilerime çay kahve ikram etsem... alametifarikası bir kaç tarifim de olsa... fena mı olur? marka stratejimi kendim oluştururum, logoyu filan da çalışır arkadaşlar. sermaye de ayarlanır elbet. sonra ver elini hamur işine! hahah
buyur sana 'küçük şeylerden mutlu olma' felsefesinin hayata geçmiş tarifi.

o halde,
bekle beni Le Cordon Blue :)

not: tabii ki bu tarifi gerçekleştiren insanlar olduğunu biliyorum ama bu basit hayali kurmama engel değil bence:)

14 Ağustos 2009

eureka eureka !!!

''beni öldürmeyip güçlendiren şeyi buldum: kıskançlık!''

13 Ağustos 2009 17:05 - ledorita

aydınlanmanın böylesi.:)

13 Ağustos 2009

15:15

aniden gelen, daha doğrusu çöken o his var ya.. hiçbir sebebi yokken üstelik... her şey durgunlaştırıp ağırlaştıran.. ondan kaçmanın bi yolu yok değil mi?

ben jack'in rüyalarıyım

Fight Club etkisinde rüyalara hoşgeldiniz.

Dün gece film izlemeye bile niyetim yokken, hiç o modda değilken, bilmem kaçıncı defa fight club'ı izledim. Tamam şu sahneye de bi bakıyım derken, film bitti saat 02:00 oldu. ve sabah o görürken çok eğlenip zevk aldığım fakat tamamen 'kopyanın kopyasının kopyası' şeklinde bir kulüp kurmakla meşgul olduğum için uyanamadım.

kulübüm şöyle bir şey:

adı: 'zıtlıkların birliği' sloganı: ''her şey zıttıyla kaimdir'' ( hadi canım!!! )
amaç: zıt kutuplardaki insanların birbirini anlamaya çalışmaları. bir nevi empati, hatta bütünleşme grubu
logosu da bu: (bknz. filmdeki ikea sehpa) tam olarak böyle gölgeli bir şeydi. o nedenle gölgeleri kendim ekledim.


böyle bir liste var ve zıtlıklara örnek buldukça o listeye atıyorum. playlist yapar gibi... aman Allahım ne keyifli! çok güzel örneklerim vardı fakat hiçbirini şimdi hatırlamıyorum ama şöyle bişeylerdi:

uzun boylu - kısa boylu
bir evi olan - olmayan
inanan - inanmayan
sevgilisi olan - olmayan
aşık olan - olmayan
hasta olan- sağlıklı olan

gibi gibi...

marla'nın katıldığı gruplar kadar mantıklı bence ama açıkçası işe yarar bir şey olur mu bilmiyorum. Neden olmasın yani, düşünmek lazım:)

p.s. uzun zamandır gördüğüm en absürd rüya olduğu için anlatayım dedim.

12 Ağustos 2009

bin jip

nihayet!

en sonunda tamamını izleyebildim. sonuna kadar izlenmeden nasıl güzel, nasıl derin bir film olduğu anlaşılmıyor.

bütün olmak, bir olmak, yok olmak, var olmak...
daha doğrusu, sanırım en güzel tarifi şurada yapılmış.

ve tabii ki insanı filmde daha bi parçalayan şarkı gafsa ...

başka söze gerek yok.

an...

''Nedir ki buse,

Dudakların ucundan ruhu tatmaktır biraz..."


Cyrano

10 Ağustos 2009

...

hep bunu yapıyorum.

bu intihar gibi bir şey. durumları ve duyguları çok güzel sona sürükleyebiliyorum.
çünkü acı, çekildikçe ve zamanla azalan bir şey değil... karnına bir bıçak saplandığını düşün.
onu neden yavaş yavaş değil de bir anda çekerler? bunun gibi bir şey. üstüne gidiyorum her şeyin... hadi n'olucaksa olsun bitsin diyorum. sonrasındaki daha büyük, daha keskin acıya razıyım. ama böylesi işkence gibi! çek bıçağı da bitsin diyorum! ve ince ince laflar çıkıyor ağzımdan, öfkemi kusuyorum...

ama sonra bazen gerçekten istemediğimi, daha doğrusu böyle bir şeye dayanamayacağımı düşünüyorum. sonra o ince keskin lafları ve öfkemi yutuyorum. boğazıma takılıyorlar.
bu yüzden de daha çok kırıklarım, kesiklerim, yaralarım oluyor... dengeden bi haber görünüyorum. ama olsun diyorum. buna değer!

hadi n'olucaksa olsun'larım bazen de tam tersi oluyor. tek gözümü kapatıyorum ve açık olan sadece bardağın dolu kısmını görüyor. kendimi bırakıyorum... böyleyken mutluyum. sadece böyleyken mutluyum... ama diğer gözümü açtığımda, ki istesem de istemesemde mutlaka açılıyor, onun daha da yorgun olduğunu fark ediyorum. ben yok saydıkça o daha derinden görüyor aslında...
bu da diğer yanımın mutluluğunu zehir ediyor. öcünü alır gibi!
bu yüzden her mutlu olduğum anın ardından diğer yanımı ortaya çıkarıyorum.. çünkü biliyorum ki öyle kalmayacak, üzüleceğim bişey olacak! ben de onu kendi ellerimle hazırlıyorum!

yanlış, çılgınca belki.. ama böyle.

uzun zamandır, bir gün aklımı yok sayıp kalbime teslim oluyorum, başka bir gün, kalbimi yok sayıp aklıma itaat ediyorum.
ve
nihayetinde mutlu ama acı çeken ile mutsuz ama daha az acı çeken olmak arasında bir tercih yapmak zorunda hissediyorum.

belki bu mümkün! ama böyleyken değil.

bu yüzden de söylediğim ve yaptığım hiçbir şey beni bir adım ileri veya geri götürmüyor. aynı kaos içinde dönüp dolaşıyorum...

ve çözümü ne bilmiyorum.

filmler ve başka şeyler...

Yapmıycam dediğin halde aynı şeyleri yapınca sonucunda duyduğu tek bir cümle insanı deli etmeye, o cümleyi getiren telefonu kırma isteği uyandırmaya yetebiliyor. ( bi sus, bi konuşma bi rahat dur dimi? Neymiş süprizmiş, incelikmiş! hahah! kızım anlamadın mı hala kadın dediğin incelik yapmaz, incelik bekler... göremeyince de çemkirir. öyle eti cin'ne gizli notlar yapıştırıyım gibi saçma sapan muzurluklara girmez! yeterince cool olduğuna güvenebilirsin ama muzursan bile gizle biraz!) her neyse... bu nedenlerle de tüm haftasonunu can sıkıcı şeyleri düşünerek harcamana neden olabiliyor. Ama bir noktada tercih meselesi sanırım. ve tüm gün düşünüp düşünüp 'acaba şu anda.....'' kalıbının ardına çeşitli soru cümleleri getirmektense, kafanı başka şeylerle meşgul etmen gerek.
Ara vermek gerek en azından.

Sen bi kenarda dur. Ben biraz takılıyım, geri dönüp üzülcem sana! hatta ağlarım bile, valla bak!
ve ben de bu anlaşma sonucu, haftasonu tam bir kültür-sanat böceğine dönüşecektim ki istanbul modern'in kapanış saatine yetişemediğim için sadece evde tüm gün (cumartesi gecesinden, pazar gecesine kadar) film izleyen bi böcek olarak kaldım. (böcek dediysem sevimlisinden! ;) ) İşte bir ara, biraz dışarı çıkıp dolaşmak üzere yola çıktım. ve tabii ki her zamanki gibi kayboldum. Aslında görsel hafızam yer bulma konusunda beni hemen hiç yanıltmaz ama ara sıra böyle şeyler oluyor. Her neyse daha önce de gittiğim, defalarca önünden geçtiğim istanbul modern'e gitmek üzere yola düştüğümde ise önünden geçip gitmek ve karaköy sokaklarında tırsak tırsak ve kaderime lanet etmekten başka bir şey yapamadım. ve o sokaklarda dolaşırken düşündüm; acaba şöyle olsaydı ben burda yürüyor olur muydum? acaba böyle olsaydı şuan şu serseri veletlerin bakışlarına maruz kalmak zorunda olur muydum? Sanırım olmazdım. Neyse.. Tüm bunlara rağmen, dışardan bakınca sanki evime gidiyormuşçasına kendimden emindim ve sonuç olarak bu vakit kaybının ardından tam vazgeçmiştim ki bir de baktım önündeyim. Fakat pek bi kibar (!) otopark görevlisi, 'müze mi? kapanıcak birazdan' dedi. Ben de başka bir gün gelmek niyetiyle bölgeden uzaklaşmak üzereyken bir motorun arkasında köpeğin birinin öndeki adamın boynuna sarılmış bi şekilde seyahat ettiğini gördüm. ve buna - yine yalnız olduğum için- gülemedim. üzerine yapabileceğim espriler de içimde kaldı ve maalesef makinemi çıkarmaya yetişemeden gittikleri için nasıl bir görüntü olduğunu da paylaşamıyorum. pehhh!

Bir de sayın başbakana yol vermek üzere, polislerin ''yayalar geçmeyin! bekleyin, bi durun iki dakka' komutlarına itaat ettim.

Her neyse bu saçma yolculuğun ardından, bir kahve içip eve geri döndüm. ve film seanslarıma kaldığım yerden devam ettim.


Şaşkın ördek yavrusu maceralarımı bir kenara bırakırsak kısa kısa aklımda kalan şeylere değinmek isterim.


Arizona Dream;

15 Yıllık kült filmi yeni izlemiş biri olarak ezik ezik cümleler kurmayacağım. Aklıma yer eden güzel detaylar var. Fakat Cary Grant taklidi başka bişeydi! :) daha doğrusu Paul.. o nasıl 'manyak', nasıl güzel bir karakterdir öyle?

ve Johnny Depp... sen nası bi insansın!?!

Zach Braff;

Bir Scrubs hastası olarak, Zach Braff'a olan sempatimi anlatmama gerek yok sanırım.
Pazar günü boyunca kendisinin yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı Garden State de dahil olmak üzere Last Kiss ve ardından birkaç scrubs bölümü izleyerek doz aşımına uğradım. Her ikisi de izlenesiydi. Garden State'teki gibi bir çukur bulup çığlık atasım geldi. ve buna karşın Last Kiss pek iyi gelmedi. Erkekler ve korkuları... ve buna bağlı olarak da kadınlar ve korkuları...vs. vs..
her neyse...

Eğer scrubs hakkında bir fikriniz yoksa en azından şunu izleyin derim.
J.D ve Turk'ün 'buluşma' sahnesinde gözümden yaş gelmişti resmen!! :)

Arsen Lupin;
Romain'im Duris'im bile filmi izletemedi. Sadece şahsın olduğu sahnelere bakıverdim.

ve

P.S. I Love You

Günün son filmiydi, gece yarısı... yaptığım 'sen bi kenarda dur' anlaşmasının süresi de doluyorken...
Ağlamadım, gözüme bişey kaçtı!..



8 Ağustos 2009

pofffff

'anlatılmaz yaşanır' durumları anlatmanın bir yolu olmalı.

7 Ağustos 2009

böyle lens olmaz olsun:)

Leica ve Omax sağolsunlar, slr makineler için hareket edebilen lensler çıkarmışlar. (ya da benim ruhum henüz duydu ) bir de üstüne öyle reklamlar yapmışlar ki... Fotoğrafçı yanım teknik açıdan merak ve heyecan duyarken, reklamcı yanım ilanlara bakıp bakıp gülümsedi, kıskanç dişi yanım ise 'e ama oldu mu şimdi, böyle şey yapılır mı ' dedi.

Bir noktayı çeker gibi görünürken başka bir noktayı çekebiliyorsunuz.
Ne demek istediğimi daha iyi anlamak isterseniz buraya ve şuraya bakabilirsiniz..


renkli detaylar


* Starbucks'ta mecbur kalıp içtiğim pembe, ahududulu saçma şey... ama keyifi bozamadı.


* Balık tutan eller.. Galata'da balık tutmanın gururu olsa gerek...


* Plastik bardakta çay içmek...



* ve bu da fotoğraf hocasına bisküvi ikram etmenin sonucu...

6 Ağustos 2009

ve bu sondu

ortada söz konusu yapılacak hiçbir şey yokken varmış gibi oluyor. onu açıklıyım derken, bişey daha...sonra bişey daha.. gülüyorum içimden, Allah Allah noluyor yahu diyorum kendi kendime ama görüntüm hiç de öyle değil. iyice çırpınıyorum.. ve çırpındıkça da nolur bilirsiniz...o nedenle...

biri beni sustursun... plz ltf tşk...


5 Ağustos 2009

rüzgargülü

Bozcaada'da kendimi bir rüzgargülü sanıyorken... ( f.d )

Fotoğraf: Doğan
Ben Bozcaada'ya gidemediğim için hediye göndermiş sağolsun :)

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi