29 Mayıs 2009

aşk neydi?

bir kadın bir adama aşık... adamsa kendine bile inkar etmekte.
hem olağan hem olağan dışı bir günde, birlikte yemek yiyorlar. menüde mantı var. istemedikleri halde sarmısaklı geliyor mantıları. o kadar yorulmuş ve acıkmış ki kadın; biraz mızmızlansa da pek önemsemeden yiyor. hem zaten karışısında o var. yemek kötü bile olsa fark edemez ki...

sıra çaya geliyor. kadın şekersiz içiyor çayı. adamsa iki şekerli. ilk çayları bitiyor. kadın onca işten sonra hem yorgunluğunu hissediyor hem de yavaş yavaş dinlendiğini... ikincileri doldurmak üzere bardakları alıyor çaycı. kadın düşünüyor; 'bu şaşkın kesin karıştıracak bardakları. 'ama olsun!' dudağının kenarına belli belirsiz bi gülümseme yerleşiyor kadının. ve çaylar geliyor. tam da tahmin ettiği gibi. kenarında şeker kırıntıları olan bardak kadına geliyor. dudağının kenarındaki gülümseme ortaya çıkıyor bu defa... ama kimse fark etmiyor. bardakların karıştığını fark etmedikleri gibi... hiçbir şey demeden, bi yudum alıyor kadın çayından... hafif şekerli kenarından... ve o an mutluluk bu işte diyor. aşk bu işte...bu değilse ne?
o gün henüz, hiç tam anlamıyla dokunmadığı, öpmediği, koklamadığı adamın bardağından içebilmek... takıntılı bi aşık olmadan da bunu yapabilmek... aşk belki milyonlarca cümlede, kelimede, her şekle bürünerek her yerde... ve binlerce tanımda... asırlardır...ama bu değilse ne?

ve hayatın, aşkın, sevginin... hep hafif şekerli kenarından tadıyor kadın bundan sonra... hep kenarından, hep kırıntılarla, hep yarım...

*

binlerce vazgeçiş ve iki yıl için hikaye...

27 Mayıs 2009

iğrenç espriler vol. I

- geçen gün ledorita'nın odasına girdim, bi baktım koymuş kafasını scanner'a, saçlarını tarıyor.
- hahahha
- evet, doğru. yüksek tarayınca çok güzel oluyor.
- hadi ya?
- bugün 150 dpi' da taradım mesela, dalgalı oldu. 600 dpi'da tarayınca dümdüz oluyor.
- puhahahaha

26 Mayıs 2009

orada olmak istiyorum!


Sanırım artık böyle bi köşe açmam gerek blogumda... 'oradaydım' diyene kadar 'orada olmak istiyorum!' Zira olmak istediğim yerler giderek artıyor. Hayal kurmak istemezdim ama doğum günümü şurda sevgilimle başbaşa geçirmek yerine, şirkette ve evde meyveli pasta üfleyerek kutlayacak olmak da çok can sıkıcı yahu! :)

24 Mayıs 2009

benim çiçeğim

Hayatımda ilk kez kendime bir çiçek aldım bakıp büyütmek için...Hem de hiç mi hiç aklımda yokken, hem de Migros'tan. Elimde saksıyla Avm'nin içinde dolaştım bi süre... Kendime inanamıyorum:)
Böyle karanlık fantastik bi ortamda değil tabii yeri...Fotoğraf gereği öyle oldu.
Sanırım hiçbir zaman çiçekleriyle konuşan hemcinslerimden olamam ama yine de çok heyecanlı!:)





22 Mayıs 2009

kadınların sanal dünyası

''Siz tamamen sanal bir dünyada yaşıyorsunuz o zaman'' dedi Reha Muhtar dün geceki programında. Dört kadının erkeklerle ilgili söyledikleri karşısında şaşkınlıkla. Erkeklerin biz kadınlardan daha basit yapıda varlıklar olduğunu söyleyip ve aslında hayran olunmayacak, aşık olunmayacak varlıklar olduğunu fakat onu da bizim yüklediğimiz anlamlar sonucu yaptığımızı anlattıktan sonra. Reha Muhtar şaşırdı ve ilk cümlesine ekledi; ''e siz kendiniz çalıp kendiniz oynuyorsunuz yani.''

Sanırım kadınların en az birer acı tecrübeyle öğrendikleri bi gerçek bu. Fakat çok az erkek bunun farkında. Kadınlarla ilgili güzel yazılar yazmışlığı olan Reha Bey bile farkında değilmiş düşünün!

Geçenlerde arkadaşıma dediğim gibi; '' Erkeklere karşı imalar, yok efendim simgeler kullanmak çok çok yanlışmış. Biraz geç de olsa öğrendim. Gerçi ''bunu bilmek seni 5 yıl ileri götürür'' dedi o da... Ama ben zaten hep ilerde olmaktan mı, yoksa bu gerçeği bilememiş olmaktan mı kaybediyorum bilemiyorum:)) Neyse özetle olay şu: derdin neyse söyliceksin direk! 'Bak yüzümü üçte bir oranında asıyorum, bu sana geçen gün yaptığın bilmem bişey için kızgınlığımın belirtisi' demekle filan olmuyor. Anlamıyorlar!

Yoksa;
- neyin var?
-yok bişeyim!
-neyin var söyle
- yok bişeyim dedim ya!

diyalogları uzayıp gidiyor ve bizim açımızdan olumsuz bitiyor genelde. Adam yok diyorsa yoktur diyip pes ediyor çünkü. O nedenle onların beklentileri kadar olmasa da az da olsa net ve düz olmak gerekiyormuş!

Sanıyorum ki; kadınların sanal ve komplike dünyası bunu keşfettiğinden beri daha huzurlu ve eğlenceli .

Not: Olağanüstü tespitler yaptığım, bu konuyu dert edip düşündüğümden filan değil ama yazmak istedim yine de... kadın-erkek ilişkileri köşeciliğine de başlamadım korkmayınız!:) geçicidir!

21 Mayıs 2009

link

alttaki yazının soundtrack'i olabilir:
http://www.youtube.com/watch?v=_YCGtT_FRYg

niçin böyle şeyler yapıyorsunuz abicim! bak buna da sinirlendim şimdi! :)

tahammül sınırlarım

*çifte standart; sanırım tahammül sınırlarımı zorlayan yegane durum budur. hem de yer yerde, her türlüsüne tahammül edemiyorum. tüylerim diken diken oluyor. asi ruhum canlanıyor. çocukluğumdan beri böyle... ablam bişey yapardı örneğin, sonra ona denk ben bişey yapardım ama kıyamet kopardı. çok iyi hatırlarım bi gün; benim bi eşyama zarar vermişti, deli olmuştum. ben de gidip onun yeni aldığı montundan küçük bi parça kesmiştim! evet! sanırım ilk 'kötü niyetle' ve intikam duygusuyla yaptığım şey budur. sonra tabii ablamın yaptığı şey benim yaptığımın yanında daha masum kalınca aile fertleri tarafından fena azar işitmiş ve kendimden utanmak bir yana şaşırmıştım da... vay be bendeki hırsa bak demiştim. gözüm dönmüş demek ki! bu olaydan sonra bir daha bilerek ve isteyerek kimseye ve hiçbir şeye zarar verdiğimi hatırlamam. tabii abla-kardeş kavgaları şiddetle devam etti. üç ablayla büyümek kolay değil:) ama yine de en deli işi şeyleri yapan küçük ablama cevabını verme konusunda yarıştım. fakat onun kadar deli olamadım hiçbir zaman... herneyse psikologta çocukluğa iner gibi oldu bu. hiç deneyimim olmadı ama filmlerin etkisi işte:) ama ben beleşe yapıyorum bunu:)) neyse.. uzattım. demek istediğim çifte standart... senin yaptığın şeyi ben yapınca neden sorun oluyor yahu? anlamıyorum! ikili ilişkilerde pek geçerli değil bu tabii.  ayrı tutmak gerek. ama onun dışında kalanları gerçekten anlayamıyorum!!!

*bunun kadar tahammül edemediğim bişey daha var adına bencillik mi demeli bilmiyorum.
senin bana ihtiyacın varken, ben senin yanında oluyorum ama benim sana ihtiyacım varken nedense senin daha önemli sorunların oluyor. ve o durumda da acaba hangimizinki daha acil/önemli/hayati diye tartma gereği bile duymadan kendinden yana olanı seçiyorsun. ve bundan hiçbir zaman bir damla bile rahatsız olup pişmanlık duymuyorsun. bu nedir? ya da ne değildir? emin olamıyorum bir türlü.

* aslında bişey daha var ama o daha hassas bir konu şu sıralar.  bu nedenle ona da sadece 'dürüstlük' diyip bırakıyorum.

oh be!




19 Mayıs 2009

küçük mutluluk anları I

Bugün bu keyifsizliğime rağmen beni mutlu edebilen tek şey bu kitap oldu şu ana kadar. Uzun zamandır aldığım en güzel, en anlamlı hediyeydi, hem de çok uzaklardan... Ben de duramadım fotoğrafını çektim tabii. Ve o uzaklara gönderdim 'bak artık ben de' diye... Hoş bi oyunun ilk adımı... Paylaşmaya değer şeyler oldukça yazıciim efendim.

18 Mayıs 2009

iki kare bir adam

Dün tesadüfen ve tereddütle de olsa izlediğim Milk'te; tüm film bi yana, görülmeye değer tek anları şu aşağıda göreceğiniz karelerdi sanırım. Tamamen sanatsal kaygı ve kıskançlıklarla bakıyorum tabii olaya. Bundan şüpheniz olmasın. O an, o deklanşöre dokunan kişi olmayı ne kadar isterdim bilemezsiniz. Ama zaten neredeyse olmayan fotoğrafçılık yeteneğim bu karizma ve müthiş gülümseme karşısında ne hale gelirdi bilemiyorum tabii...O kadar da profesyonel olmayabilirim.:)
Herneyse kısaca; ''sanatsal açıdan pek şahane'' diyor ve konuya noktamı koyuyorum.



...

''bir gece yarısı, içimde apansız bir sızıyla o derin uykumdan uyandığım anda fark ettim:
bir şeyi unutmuşum meğer... 'bir şey' demeye dahi utandığım...hep kendi kendime savaşırım sanmışım ya da zaman'a teslim etmişim her şeyimi ama ne benim kalbim, akıl gücüm, ne de zamanın gücüymüş ilacı. yaralayana değil de, yaradan'a sığınmalıymışım. unutmuşum!''

* alıntıdır.

16 Mayıs 2009

günden kalan

* Bugün Taksim'de 'pardon, bikaç soru sorabilir miyiz?' diye dolaşan tiplerden biri de bendim! Öyle zannediyorum ki medya dünyasının en can sıkıcı işi olmalı bu. İstiklal'de röportaj yapacak insan avına çıkmak. Tamamen amatörce yaklaşıyorum tabii olaya. Ancak birkaç deneyimle anladım ki; hiç hoşlanmadığım bi iş olsa da o anda hırs yapıyorsun insanlarla konuşmak için. Karşıdan gelenlere 'bu konuşur, yok abi bu konuşmaz' diye tahlilller yapmaksa tek zevkli yanı olsa gerek. Karşı cins unsurunu da kullanamadım, daha doğrusu kullanmak istemedim. Ama yine de fena iş çıkarmadık sanıyorum. .
Fakat o sıcağın, yorgunluğun acısı ilerleyen saatlerde çıktı. Hala kendime gelebilmiş değilim. Oyun oynamaktan yorulup sızacak bi çocuk gibiydim tüm gün... ve bu duyguyu çocukluğumdan beri hissetmemişim bunu anladım. Ne güzelmiş... saf, çocuksu ve huzurlu...

*Bugün bişeyi bir kez daha anladım. sahip olmadığın bir şeyi sahiplenme/paylaşamama ve kıskanma hissi çok can sıkıcı. 'çık benim bahçemden, bi daha da yaklaşma!' diyemiyorsun. çünkü buna hakkın yok. ayrıca senden bunu isteyen biri de yok. işin kötü yanı; karşılıklı olmayan bi duygu bu. gerçekten de çok can sıkıcı değil mi?

* sanırım sınırlarımı korumak konusunda fazla hassasım bugünlerde.

* insan kendine göstermediği hoşgörüyü nasıl bir başkasına gösterebiliyor? ilginç değil mi bu?

* 'hayata dönüş' projelerimden ilkine yakın bir zamanda başlayacağım inşallah. sonuçlarını buraya da yansıtarak göz zevkinizi bozacağımdan hiç şüpheniz olmasın:)

* ve lütfen artık erkekler daha yaratıcı olsun! olamıyorlarsa da klasiklerden vazgeçmesinler. klasikler güzeldir zira... billboarlarla evlenme teklifi etmeyin artık rica ediciimm! bi yüzük bi çiçek alın, bi iki romantikmiş gibi bakıverin daha iyi... zaten bunu bekleyen kadın her türlü eriycektir orda, o kadar da mesele etmenize gerek yok.
(konunun benimle yakından uzaktan bi ilgisi yok. sadece takıldım)

***
çok yazıyorum, sebepsizce yazıyorum, yazdığım kadar da dostlarıma anlatıyorum. ne kadar cesurum değil mi...yaa...yaa...

13 Mayıs 2009

diş ağrısının faydasını da gördük

çok şükür.
uykusuzluğun binbir türlü hali/sebebi varmış. şimdi gecenin bi yarısı yatağımdan kalkıp düşüyorum; öylece kendi kendine duran bi diş... neden gece yarısı daha çok ağrımaya başlar? ve neden ağrı kesiciler hiçbir halta yaramaz? bilimsel ya da duygusal bir açıklaması vardır umarım?? çok sinirliyim blog. ve bu defa sadece küçücük bir dişe.. 

ama şöyle bi faydası var.. öyle bi acı/sızı ki; yaşamakta olduğunuz duygusal acı ve sızı akla geldiğinde 'amaan yemişim' moduna sokuyor... bu açıdan iyi... tabii yarın sabah neler olacağını bilemiyoruz ama şimdilik böyle.

offff :(

12 Mayıs 2009

alıntılarla...

''Ellerim parçalanıyor ne zaman yazmayı denesem. Ağzım artık daha bozuk.''

Daha önce de yazdım bunu.. ve çokça da içimden geçirdim...Ama hiç bu kadar yerinde ve zamanında olduğunu hissetmemiştim. En çok bugünüme yakıştı sanki. 

''25 yaşında bir hayal kırıklığı olduğumdan eminim'' çünkü...

11 Mayıs 2009

değirmen

Sabahattin Ali'nin Değirmen adlı hikayesinden...
Sevgiyi bu kadar güzel anlatan pek az şey okudum bugüne dek.
hepsini okumaya üşenen son satırları okusun derim...

***
elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.

"seviyorsun!..." dedim.

"öyle..." dedi.

"ne yapacaksın?..."

bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. uzun uzun baktı, birdenbire:

"sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın dirayetin bütün çingenelerden üstündür. sana açılmalıyım... gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı: onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. sen benim sevmenin nasıl olacağını bilirsin... ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "kızım senin için yataklara düştü... çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum.

onu alamam, onu kaçıramam... halbuki o da beni seviyor. bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. gel dedim, beraber kaçalım. "acı acı güldü, "ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..." onu nasıl sevdiğimi anlattım: "bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"

"tekrar gözyaşları boşandı: "olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama. bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."

atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi:

"düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: "ne diye gençliğini benim için nâra yaktın, sana yazık değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? her sözünden, her tavrımdan alınır: kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...

"ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... senin atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."

sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hattâ teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı.

koluna girip çadıra kadar götürdüm.

işler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım. atmacanın hali beni korkutuyordu. fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.

günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.

ihtiyar ve tecrübeli çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı atmacanın imdadına çağırıyorlardı. o, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.

kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.

bir gün atmaca yanıma sokuldu.

"bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi.
hafif yağmur çiseliyordu. akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. bunu ona da söyledim.

"değirmenin içinde çalacağım!" dedi.

"değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?"

tuhaf tuhaf güldü.

"korkma! dedi, klârneti o gürültüde de size duyururum. nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".

yağmur akşama doğru sahiden arttı. karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.

hepimiz değirmenin içine dolduk. tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı.

hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.

değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.

bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi. kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken atmaca çalmağa başlamıştı.

adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.

dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.

içeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kâh yalvarıyor, kâh hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.

alaca karanlıkta atmacanın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...

ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...

bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.

son ve keskin bir çığlıktan sonra atmacanın ayağa kalktığını gördüm. iki üç adım ilerledi ve klârneti bir köşeye fırlattı.

herkes doğrulmuştu. üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. o, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı. birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...

o dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. gözleri genç kızın üzerindeydi. tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. kâh esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kâh dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. o dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.

bu bakış ancak bir an kadar sürdü. sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. fakat hemen kendisini topladı. bir kere daha etrafına bakındı. sanki bir imdat bekliyor gibiydi: kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.

bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...

heyhat adaşım, çok geçti. atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.

sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...

işte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi...

çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...

seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir.

fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir. "

8 Mayıs 2009

öylesine

*link editi

jehan barbur - öylesine


yüzümü gönlüne koysam

yemin tutsa kalbim beni sever miydin
içimi avucuna döksem
beni azıcık çözer miydin
yok olmuyor istemekle bitmiyor
hiç bir yol yarılanmıyor uzadıkça uzuyor
kal demiyor söz vermiş susuyor
kelimeler düşmüyor içimde salınıyor

yüzünü gönlüne koysam
yemin tutsa kalbim beni bilir miydin
yok olmuyor istemekle bitmiyor
hiç bir yol yarılanmıyor uzadıkça uzuyor
kal demiyor söz vermiş susuyor
kelimeler düşmüyor içimde salınıyor

5 Mayıs 2009

sanırım


bazı duygu ve düşüncelerimi yazı konusu yapınca sanki birer malzemeymiş gibi geliyorlar. yazıp bitirdiğin anda senin olmaktan çıkıyor gibi... sanki yazmak için birer sebepmiş gibi.. oysa hayatın o hisler içersinde devinip durmakla geçiyor. o kadar ciddi, o kadar özel...

sanırım yaşarken değil, iyi ya da kötü her şey bittikten daha doğrusu sancısı dindikten sonra yazılmalı bazı şeyler...

ya da şu parçalar yerlerine oturunca belki...

o gün...


''Çaresizliğini okudum yüzünde. Karşımda duruyordu öylece ve benden daha üzgün görünüyordu.''
 
***

4 Mayıs 2009

murphy kanunum

Dikkat çok 'kızsal mevzular' içeren bir posttur!:)


*Saçlarımı boyadım ve hiçkimse farketmedi blog. Zaten farkedilecek gibi değil ama daha iyi oldu, en azından ben iyi olduğunu hissediyorum ki bu da yeter.

*Bu küçük değişiklik sebebiyle bugünkü stilimde de değişiklik yapıyım dedim ve yarı klasik bir çizgide giyindim. Fakaat sen misin böyle giyen?

Önce sabah taksi istediğim yerde durmadı. Yine az da olsa yürümek zorunda kaldım.
Sonra koca bir kahveyi eteğime, masama, yerlere döktüm.
Ama bu bişey değilmiş!

Farkettim ki; ne zaman topuklu ayakkabı giysem koşturmacalı bi işim çıkıyor. Murphy yasası mıdır nedir. Daha önce de defalarca test ettim, artık eminim. ki giydiğim topuklu bile denmeyecek kadar rahat ve alçak ökçeli olmasına rağmen... ama yok başka günler yerimden bile kalmadan gün biterken, topuklu giymişsem oturmam mümkün değil. Bugün de öyle oldu.. Tüm öğleden sonram arka sokaktaki binamız, yan taraftaki binamız ve kendi odam arasındaki üçgende koşturmakla geçti. Yazık bana:((

Sanırım bu hanfendü hallerini henüz sindiremedim üzerime, ondan oluyor hep:)

Tabii bi gün önce maça gidip bağırıp çağırmak istiyorum diyen bi kızdan ne beklenir ki..

*Maç demişken; kimse beni maça götürmedi:( Tünel'de aylak aylak dolaşmak zorunda kaldım yine...ve burada tek başına fotoğraf çekilmeyeceğini bi kez daha anladım. Amacım o değildi zaten ama yanımdaydı işte... Sonuç olarak; makineyi mi kesiyordunuz beni mi bilmiyorum ama her ikisi de hiç hayra alamet değildi. O nedenle tırsarak uzaklaştım ve kendime bir kafile bulana kadar da bir daha denememeye and içtim:)

öyle işte...

daha çok şey yazacaktım sanki ama unuttum...neyse..

3 Mayıs 2009

pazar sıkıntısı

öyle canım sıkkın ki blog. burada sana anlatamayacağım kadar da özel...özenle yaptığım makyajım bile akıyor bu yüzden... 
keşke biri beni bu akşamki maça götürseydi... 'sen de gel' diyenleri ciddiye alıp da gitseydim keşke... tutmuş gibi yaptığım takım golü kaçırınca bağırıp çağırsaydım, sonra sinirlenip küfür etseydim hakeme...üzüntümden ağlasaydım...sanki direkten dönen topa üzülmüşüm gibi... 

binlerce insanın içinde tek bir ortak amacım varmış gibi kaybolsaydım...       
iyi olmaz mıydı?

***

şimdi bu satırları okudun ve 'hmmm yine iyi yazmış ledorita' dedin...ama bilmiyorsun ki bana en çok dokunan da bu oldu... bunu da anlamazsın ya olsun, yine de yazdım.
 



1 Mayıs 2009

pinokyo ile dertleşen şaşkın
























Tamam çok gerildik, yetti. Öfkemiz, sıkıntımız yağmurla birlikte aktı gitti. (diyelim...)
Bugün iş olmaması nedeniyle uykunun ve tembelliğin tadını çıkardım. Sonra yağmurda çıkıp fotoğraf çekeyim dedim ama üşendim. Baktım 'evdeki objeler' serim için sıra bekleyenler var. Gel pinokoyo dedim, bana modellik yap. Tabii usulen sohbet ettik. Kendisi İtalya'dan yani doğduğu adadan geldi. Oraları anlattı biraz. Sordum ben de dedim nedir benim durumum. Ne yapacağımı şaşırdım, ne tarafa gitmek lazım dersin?. O da 'şu tarafa' dedi. O tarafa baktım ucunda takvim var. Zaman mı diyorsun yani dedim. Ses vermedi. İnansam mı inanmasam mı bilemedim. Sonuçta Allah'ın pinokyosu. Bi an irkildim. Kızım oyuncakla konuşuyorsun farkında mısın dedim. Ehh ama dün gece canlanan atlıkarıncalarla rüyalar alemine yelken açtın ondan olmasın sakın dedim? Kendi kendimi haklı çıkardım ve sustum.

Sonra bi şarkı dinledim ve gülümsedim... O da doğru mu söylüyor acaba diye düşünmekteyim...

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi