11 Mayıs 2009

değirmen

Sabahattin Ali'nin Değirmen adlı hikayesinden...
Sevgiyi bu kadar güzel anlatan pek az şey okudum bugüne dek.
hepsini okumaya üşenen son satırları okusun derim...

***
elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.

"seviyorsun!..." dedim.

"öyle..." dedi.

"ne yapacaksın?..."

bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. uzun uzun baktı, birdenbire:

"sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın dirayetin bütün çingenelerden üstündür. sana açılmalıyım... gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı: onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. sen benim sevmenin nasıl olacağını bilirsin... ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "kızım senin için yataklara düştü... çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum.

onu alamam, onu kaçıramam... halbuki o da beni seviyor. bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. gel dedim, beraber kaçalım. "acı acı güldü, "ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..." onu nasıl sevdiğimi anlattım: "bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"

"tekrar gözyaşları boşandı: "olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama. bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."

atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi:

"düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: "ne diye gençliğini benim için nâra yaktın, sana yazık değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? her sözünden, her tavrımdan alınır: kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...

"ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... senin atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."

sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hattâ teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı.

koluna girip çadıra kadar götürdüm.

işler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım. atmacanın hali beni korkutuyordu. fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.

günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.

ihtiyar ve tecrübeli çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı atmacanın imdadına çağırıyorlardı. o, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.

kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.

bir gün atmaca yanıma sokuldu.

"bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi.
hafif yağmur çiseliyordu. akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. bunu ona da söyledim.

"değirmenin içinde çalacağım!" dedi.

"değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?"

tuhaf tuhaf güldü.

"korkma! dedi, klârneti o gürültüde de size duyururum. nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".

yağmur akşama doğru sahiden arttı. karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.

hepimiz değirmenin içine dolduk. tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı.

hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.

değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.

bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi. kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken atmaca çalmağa başlamıştı.

adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.

dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.

içeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kâh yalvarıyor, kâh hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.

alaca karanlıkta atmacanın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...

ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...

bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.

son ve keskin bir çığlıktan sonra atmacanın ayağa kalktığını gördüm. iki üç adım ilerledi ve klârneti bir köşeye fırlattı.

herkes doğrulmuştu. üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. o, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı. birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...

o dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. gözleri genç kızın üzerindeydi. tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. kâh esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kâh dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. o dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.

bu bakış ancak bir an kadar sürdü. sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. fakat hemen kendisini topladı. bir kere daha etrafına bakındı. sanki bir imdat bekliyor gibiydi: kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.

bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...

heyhat adaşım, çok geçti. atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.

sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...

işte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi...

çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...

seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir.

fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir. "

Hiç yorum yok:

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi