24 Şubat 2010

bütün kara parçalarında, afrika dahil*

bu özgürlük, zamansızlık güzel de... çalışmayı özlemeye başladım. daha doğrusu düzenli hayatı... fakat iş ilanları bana göz kırpmıyor. o yüzden ben de hayalimdeki işlere göz kırpmaya başlıyorum. ama bu şimdilik iyi değil. yemek ve sinema sektörü biraz daha bekleyebilir... aslına bakarsan çalışmaya da pek niyetim yok. zira bazen çok saçma geliyor.. fakat daha fazla saçma gelmeden bir iş bulup çalışmam gerek...

galiba hayatımda ilk kez 'geçmiş zamanı' özlüyorum... bugüne dek ne çocukluğumu özledim, ne başka bir zaman dilimini... sadece bazı kimselerin hayatta, bazılarınınsa hayatımda olduğunu özlemiş olabilirim... şimdi keşke orda olsam demiyorum fakat içim sızlıyor bazı bazı...

heyecanlanmayı özlüyorum bir de... bahar kıpırtılarını...

izlediğim bir dizide bir kadın var... onda kendimi görüyorum bazen... hikayesinde biraz ve hırçınlığında, zoraki gülümseyişlerinde, gücünde ve zaafında...

bişeyler izlemek iyi geliyor bazen, unutabiliyor insan, kendini kaptırabiliyor, başka bir hayatın içinde hissedebiliyor.. bu yüzden reklamları sevmiyorum. çünkü reklamlar başladığında her şeyi hatırlıyorum, yüzüme gölgeler düşüyor... reklamlar başlayınca... ne kadar ironik !

yüzümdeki ifadenin anlamını biliyorum, sessiz sakinliğimin sebebini biliyorum... ama herkes farklı algılıyor.

yaşam destek ünitesi misali dostlarım; 'hayata dönüş operasyonu' hazırlıyorlar benim için... sanki hayatta değilmişim gibi.. bir enkazı kaldırmak ister gibi, savaşta aldığım yaraları iyileştirmek ister gibi... yapılacaklar ve yapılmayacaklar listesi uzayıp gidiyor... liste gidiyor da ben hala olduğum yerde...

''İnancını yitirirsen Tanrı sana sırtını döner. Ne Tanrıya ne insanlara bir yararın kalmaz. İşte benim sonum böyle geldi.” (**)

bazen her şeye inancımı yitirmenin eşiğine geldiğimi hissediyorum. orda takılıyorum bi süre... ve sonra geri dönüyorum... bazen daha çok inanarak, bazen değişerek... bu defa fazla oyalandım sanırım o eşikte... 'her şey anlamsız da bi sen mi anlamlısın?' diyorum içimdeki sese... o da 'evet' diyor utanmadan... ve aklıma sorular üşüşüyor; insan bazen kendine bile güvenemezken, nasıl oluyor da 'içindeki sevgiye' bu denli güvenebiliyor? ve bunu anlamak/anlatmak neden bu kadar zor oluyor?

her şeyin bir tek sebebi ama pek çok sonucu olması ne kadar garip öyle değil mi?...

şu yazdıklarım, yaptığım ve yapmadığım her şey.. kendime sorduğum sorular... dert ettiklerim... ya da öyle göründüğüm her şey... aslında o kadar önemsiz ki... çünkü insan bir iki cümleyle anlatamıyorsa asıl derdini ya da bir şeyi gizlemek istiyorsa, çok konuşur, çok laf eder... küçük şeyleri büyütür, didikler durur, yüksek sesle güler, süsler püsler...

ve birine kızmak ister ama kızamazsa etrafındakileri kırıp döker... kendi dahil..
biri onu sevmiyorsa kimse sevmesin ister... kendi dahil...
onu umursamıyorsa hiçbir şeyi umursamaz, umursanmak da umrunda olmaz...
biri ona inanmıyorsa, hiçbir şeye inancı kalmaz... kendi dahil...

tüm yaptığım bu.

---

* cemal süreya
** perhan


not: bu kadar açık ve kişisel bir yazı kime ne ifade eder bilmem. umarım okunmaya değecek bir sebep bulursunuz içinde..

fotoğraf: bir gün eski işyerimdeki masamda bulduğum ama şimdi kimlerin yazdığını unuttuğum not.

Hiç yorum yok:

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi