30 Aralık 2010

...

hani eskiden izlediğimiz filmler vardı. böyle karda kışta geçen, bazen de yeni yıla girerken, duygusal, romantik, sıcak sıcak filmler...onlar neydi? ne türdü? nasıl arar nasıl bulurum bilmiyorum. hiç mi hiç bilmeden, kendi kendine, bilgisayara karşı oynayarak satranç öğrenilir mi? sanırım oldukça ilerleme kaydediyorum. içimdeki sebepsiz neşe kıvılcımlarını söndürecek bişeyler çıkıyor her gün.. ne istiyorsunuz kıvılcımlarımdan diye isyan etmek istiyorum ama ne fayda. üzerin örtülüveriyor bazen sebepsizce. artık bir fotoğraf makinem yok. aklıma geldikçe bir parçamı kaybetmişim gibi geliyor. bazı yerlere sırf bu yüzden gitmek istemiyorum. makinem yok napıcam ki? sanki olsa çekiyormuşum gibi:) biliyorum o'na benziyorum ben de... ama ne fayda genetik miras...biliyorum geri dönüş cümlelerinden bekliyordun belki ama yok. sadece o kalıp cümle; bugünlük bu kadar yeter..

29 Aralık 2010

karışır o zaman

bir gün hiç karşısına çıkmayacak gibi, söylediklerini duymamış, görmemişsin gibi, hiç çekinmeden söylüyor. ama karşına geçse ezilir, un ufak olur, küçücük kalır. ayağının altına aldığı şeyleri yüzünde bulur.
bir gün, sanki karşısına çıkacak gibi umut parçalarıyla kazıyor duvara yazdıklarını. etrafına çiçekler konduruyor.
ikisi de o, ikisi de ona...

22 Aralık 2010

hatıra defteri

Şu can sıkıcı durumları yansıtan yazılara ilaç gibi gelecek bir şey okudum dün dolabımı düzeltirken. Uzun yıllardır, belki de o günlerden beri, hiç okumadığım hatıra defterimi buldum. Sene 95. Bilirsiniz ilkokul yıllarında hatıra defteri olmayan çocuk yoktu. Herkese kalbi kadar temiz bir sayfa ayrılırdı. O sayfa da iki satır kalıp cümleler ve manilerle doldurulurdu. Yıllar sonra açıp okununca bir anlam ifade etmeyen şeylerle yani. Fakat şimdi bakınca adını bile unuttuğum arkadaşlarımın varlığını hatırladım. Bazıları beni şaşırttı. ''Şimdiki gibi yüksek tahsilinde de başarılı olmanı dilerim'' gibi bir cümle beklemiyordum doğrusu. Ve zaman geçtikçe en merak ettiğim arkadaşımdan da ''ileride bir gün bu tozlu sayfaları açtığında umarım beni hatırlarsın'' diye yazmasını... Bunlar en bilinçli olanlar. Diğerleri ise kalbim kadar temiz sayfa, mavi önlük, çeşit çeşit maniler ekseninde... Fakaat benim şaşkın kuzenimin yazdığını paylaşmam gerek. Liseye kadar aynı sınıfta okuduğum amcaoğlu şaşkın kuzen, bana nasıl hitap edeceğini de neden bahsedeceğini de şaşırmış. Noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyorum:

''Sevgili arkadaşım ve akrabam..... bana kalbin kadar temiz sayfa ayırdığın için teşekkür ederim. seni çok sevdiyimi biliyorsun. sen benim daima arkadaşım, ablam ve sırdaşım olarak kalaçaksın. sana bir sır vereyim bunu kimseye söylemiyeçeyini biliyorsun. yeni birisi var Adı: Nazlı 10 yaşında anlarsın ya kızı gördüyüm zaman çarpıldım. bu olay geçen hafta oldu ama geçici Beyza daima kalbimde. daha yazıcak birşey yok. Ders yılında başarılar.
-----
Daima Çapkın ve Daima Çapkın Kalacak Yiyenin


******
*Dipnot: Çapkın 'yiyen' bu yaz evleniyor.

19 Aralık 2010

üç

''Bazı yazılardan o kadar pişman oluyorum ki, iyi ki gazeteci filan değilim.''

Bunu son yazıya istinaden söyledi. Halbuki kendi içinde bir amacı vardı ama fazla oldu yine. 

Neyse şu kısacık yazıyı şimdi kulağıma çalınan karizmatik bir diyalogla bitireyim:

baba: sen ne içersin?
küçük çocuk: ben bişey içmem!

17 Aralık 2010

son zamanlarda...

Sana bilmediğin bir şey söylemiyorum. Hepsini sen de gayet iyi biliyorsun okuyucu. Ama yine de yazıyorum. Çünkü canım istiyor. Ama her şey yazıldığı kadar dramatik ve duygusal değildir bunu da biliyorsundur umarım. Bazıları daha dramatik ve duygusal bazılarıysa o kadar değildir.
Henüz 'geçen gün' gibi gelen şeyler 'geçen yıl' oluveriyor birdenbire. O aradaki zamanı boş işlerle doldurmuş olmaktan mıdır bilemiyorum. Anahtar kelimemiz oluyor pek çok durumda ve ben o vakit, boşlukları dolduran o kavramdan hiç hoşlanmıyorum. Ama ne var ki, gerçeklik payı yüksek.

Bazen, sanki garip bir enerji tarafından çevreleniyorsunuz. Günlerce sadece bir duygunun esiri oluyorsunuz.
Ki sanırım buna özlemek diyorlar. Tüm gücünüzü tüketiyor. Ama bunu bile seviyorsunuz.

Bazense durup bir yeri, bir şeyi veya birini anımsayıp, özlemek için vakit olmuyor. İçinde bir yerde hep duruyor ama o durup tamamıyle düşünmek zorlaşıyor ve böyle olunca daha iyi anlıyorum. Hmm demek ondanmış diyorun, demek böyle olabiliyormuş diyorum..
Ve hayatın karşıma çıkardığı her şeyi bir cevap olarak görüyorum bakarsam eğer. Daha iyi anlamak, kendini onun yerine koymak için verilmiş bir ders, bir fırsat... Sonucu ne olacak bilmiyorum ve daha iyi anlamak için daha ne kadar sebebim ve bahanem olacak onu da bilmiyorum.

Sırtımda ağır yükler, göğsüme baskı yapan bir ağırlık ve zihmini yoran düşüncelerle yürüyorum. Ve ben incecik, yetişkinmiş gibi yapan bir kızım. Gözlerim büyüyor korktukça. Daha ne kadar büyüyecekse:)

3 Aralık 2010

ses bir kiii!!

Selam blog!
Ben de seni özledim.
Yazacak ne mecalim, ne vaktim ne de hevesim olmadığından sessiz kaldım. Gönül isterdi ki sana iyi haberlerle döneyim. Ama ne iyi ne de kötü haber vericem. Bi'haber kalman tercihimdir.:)
Ama bilmeni isterim ki; 'show must go on' hikayesine inanmıyorum.
Buna rağmen, zehirlenme sonrası tüm kırgınlığımı atıp iyileştiğimi hissettiğim an sokağa attım kendimi ve en sevdiğim yerlerden birine sığınıp çayımı içerken, açtım blogumu.
Günlük hayatın koşturmacasından, sıkıntısından, derdinden, ciddiyetinden, şuyundan, buyundan fırsat bulup bir mola verdim, yok saydım falan filan...

Tekrar yapabildiğimde görüşürüz...

25 Kasım 2010

aklımda kalan

blogtaki fotolar, hep bu tondalar...
 ''Ben onun karşısında olsam bütün bildiklerimi unuturdum.'' 
dün, tv izlerken 

''Sanırım bazı doktorlar, hastalarına alaycı davranmak üzerine de ihtisas yapıyor. '' 
bugün, hastanede

'' Onca bilgiç laf ettikten sonra kendine bakınca, acınacak hayaller kurduğunun farkında mısın?''
dolmabahçe'de yürürken bugün

''Yüzüğü vardı ama.''
dün, evde... 

Şu son cümle, duysan da söylesen de, insanın büyüdüğünü anladığı anlara ciddi bir örnek. Hem de çok...

21 Kasım 2010

ledorita'dan yaşlılık provası


Tamam kabul. Elimde örgüm, yanımda moda dergisi, dizimde şalımla oturup Gossip Girl izlerken epey komik görünüyorum. Ben de kendi halime gülüyorum ve böyle bir yaşlı olduğumu hayal ettiğimi söyleyince de gülme krizine giriyoruz. Tamam ama bunları duyunca 'bir daha seninle konuşmamam lazım aslında' diyen arkadaşlar da biraz abartıyor sanki öyle değil mi?:) Hı değil mi?

19 Kasım 2010

boş tarafı...

Tekrar edip duruyorum. Bazı şeylerin, bazı zamanların,  geçilmesi gereken bir dönem olduğunu düşünmek; kendini kandırmanın en masum ve en gerçeğe yakın hali... Ama böyle günlerde işlemiyor!  Sen istemesen de, böyle günlerde uzak ve yabancı olduğunun altı çiziliyor bir kez daha... Bardağın boş tarafından bakınca...

11 Kasım 2010

birazbiraz

Bir hafta sonra birazbiraz'ın 5.yılı dolacak. Zamanında .com yapmayı reddetmiş olsam da, hayatımdaki en kurumsal şey bu diyebilirim. Fakat şimdi beş yılda neler oldu muhasebesi yapmadan, çok sevdiğim halde dükkanı kapatıp gitmeyi düşünüyorum. İçim el vermiyor ama sıkıldığım ve kendi içinde fark yaratamadığım bir kısır döngü içindeyim. Ağlama duvarı olmaması için direnirken, yeni bir şeylerden söz edecek durumda da değilim. Ama başta en eski eleştirmenim fep olmak üzere diğer sıkı takipçilere sormam lazım:
Doğum gününde kendini imha etsin mi bu blog, ne dersiniz?

Utangaç ve gizemli arkadaşlar için yanda anket bile yaptım. Hadi interaktif olun biraz! :)
Hiçbir tepki alamazsam da 'bırak gitsin dönerse...' mantığını çalıştıracağım;)

Bu kadar saçma bi şekilde eğlendiğim bi yeri neden kapatmayı düşünürüm onu da bilmiyorum ya...

10 Kasım 2010

...

ne tuhaf... aynı şeyleri yaşıyor olsak bile senin yaşadığın hep 'daha' oluyor. bazen bir arkadaşsın sen, bazen bir büyüğüm, bazen herhangi biri.. ve seninki hep daha önemli, daha başka, daha ciddi, daha acı, daha çok, daha iyi, daha mutlu... fakat aynı şeyden bahsediyoruz işte, hepsi aynı. adı belli, çapı belli.
değilse de; herkes kendine mahsus. ne diye daha önde olma çabasında olur insan, ne diye o kadar yüksek sesle konuşur anlamıyorum. susup kalıyorum o zaman. sessizlik en güzeli... ama ne tuhaf..

9 Kasım 2010

çiçekli bir itiraf

Pek öyle çiçek seven bir kız değilim. Hiçbir zaman, kimseden çiçek beklemedim, aldığımda da çoğunlukla nezaketen sevindim. Yani o sevimsiz kırmızı gülleri alıp karşıma gelmenin bi güzelliği yok gibi geliyor bana. Ama zaten sevdiğim biriyse eğer, babamın yaptığı gibi; yoldan, bahçeden bi çiçek koparıp getirse bile bana cennet bahçesi filan gibi gelir...
Amaaa şu Chuck Bass fikrimi değiştiriyor. Bu adamın çiçek seçimindeki zevkine, o inceliğine bayılıyorum!
 
-içimdeki teenager konuştu-

2 Kasım 2010

doktor brown nerdesin?

''Zamanı geri alamayan hiçbir icat yeterince işe yarar değildir hacı! Bana bunlarla gelin.''

az önce/bir telefon trafiği sonrası/ledorita.

imkansızı istiyorum!

Sabah uyandığımda bambaşka biri olabilir miyim blog?
Ben yine aynı ben olsam ama başka şeylerle ilgilenmiş biri olsam. Başka okullarda, şimdi yabancısı olduğum başka bir şey okumuş olsam mesela. Başka bir sektörde meslek ediniyor olsam. Aklımda sorular olmasa. Bunları sormaya gerek olmasa, çok başka şeyler konuşuyor olsam. Başka yeteneklerim olsa... Başka kitaplar okumuş, başka şeyler biliyor olsam... Başka insanlar tanıyor olsam...
Her şey bu kadar uçlarda olmasa.. Ve ben iki ucun arasında kalmış olmasam. Günden güne tarafsızlaşıp ilgisizleşmesem...
Sabah uyandığımda başka biri olmak istiyorum. Ve başka şeyleri, başka birini seviyor olmak istiyorum.
Yani imkansızı istiyorum. Mümkün mü blog?

29 Ekim 2010

...

''whatever you say it's alright 
whatever you do it's all good''


25 Ekim 2010

...

üç ablası olan şanslı biri olarak; ilişkilere dair çoğu sohbeti arkadaşlardan ziyade evde dört kız kardeş oturumlarında yapmışımdır. bunlar; duygular çok ifşa edilmeden daha çok teoriye, felsefeye dayalı ve umutlu olduğu kadar da umutsuzdu. ama yine de çok eğlenceliydi. arkadaşlarla olanlar ise daha pratik ve daha eğlenceli ve daha çocukçaydı. artık tüm bu muhabbetler hafif de olsa şekil değiştirdi. içerik aynı gibi ama konuşulanlar daha mantıklı, daha oturaklı ve daha az... 
asıl konu annem. bazı olayları anneme anlatırken iyi güzel de sıra duyguları tarif etmeye gelince bir garip. halen... ''öyle oldu, böyle oldu, şunu dedi bunu dedim,'' demekle, ''böyle hissediyorum, şöyle düşünüyorum'' demek arasında dağlar kadar fark var. bunları anlattığın, yani bir nevi içini döktüğün an tüm o duyguların; belgelenmiş onaylanmış, resmileşmiş gibi oluyor.. 'ben hakkaten böyle hissediyorum ya' diyorsun...
çırılçıplak kalıyorsun ve büyüdüğünü anlıyorsun bir kez daha...
tüm bunları tek kelime dahi etmeden, en zayıf anında, dizine yatıp ya da sarılıp hüngür hüngür ağlayarak da yapabiliyorsun... hiçkimseyle olmadığı gibi... çaresizce ama şanslısın yine de...

bu sabah anneme bir şey anlatırken, o da beni anlar gibi bakarken daha iyi anladım...

23 Ekim 2010

...

''...sızılı gözlerinde hep yıldızlar kaydığı için.''
Birine yakınlık duyma sebebinin en güzel tarifi Alper Canıgüz'den...

22 Ekim 2010

...

Büyük hikayeyi parça parça yayınlamamın doğru bir şey olmadığını düşündüm birden. Bölüm 1/2'den sonrası gelecek zamanda bir yerlerde...

İki cümlelik basın açıklamam sona ermiştir :)

London to Paris Train

''Londra'dan Paris'e giden bir trendeyim. Bir hikayenin bitip başka bir hikayenin başladığı yerdeyim. Trenlerin bu kadar yapay ve teknolojik görünümüne hala alışamadım. Hala o kusursuz görüntüye yabancıyım ben. Bu şehirlere yabancı olduğum gibi. Cihan, o gün ben boğazın karşı kıyısındaki havai fişekleri izlerken, elinde birkaç kağıt ve fotoğrafla yanıma gelip ''Babanı buldum'' demeseydi, bugün bu yolculuğu yapmak yerine, ebedi bir yolculuğun sonuna gelmiş olabilirdim. Şimdiyse babamı gerçekten bulmak üzere Paris'e giden yollardayım. Manş Denizi'ni geçeli sanırım yirmi dakika oluyor. Kapalı yerlerde nefes almam gün geçtikçe zorlaşıyor ama bunu şikayet edebileceğim bir merci yok içimde. Sanki tüm iç dünyam birbirinden bağımsız hareket eder durumda artık. 

Trenlerin en çok sesini severdim ben küçükken. Sarı ışıklı bir tünelden geçerdik. Bir de onu severdim. 
O zamanlar nefes alamama sorunum yoktu ve o yaşlarda bile hep canım sıkılıyordu. Ama o ışıkların hızla gelip geçmesi, tünelin sonuna varma çabası bana hep çekici ve eğlenceli gelirdi. Yol boyunca hep dışarı bakardım. O günlere ait annemin yüzünün hafızamda net olmamasının sebebi sanırım bu.

Pencereden dışarı bakmaktan vazgeçtiğim bir an çapraz koltukta kitap okuyan birine takıldı gözüm. Hayır hayır! Biraz sonra trenden birlikte inmeyeceğiz. O filmi ben de biliyorum. Gözümün takıldığı aslında kitabın ta kendisi: "Sonra Geriye Döndü ve Şöyle Dedi...'' Dudağımın kenarındaki hınzır gülümsemeyi gizlemeliyim.''

***

- Bölüm 1/2 -

16 Ekim 2010

hi again!

placebo, radiohead, travis... hangi ruh hali, hangi müzik zevklerine dalışım uzun zamandır sizi dinlemeyi unutturdu bana bilmiyorum.

12 Ekim 2010

hayatımın tatları

Çocuktum. Kaç yaşındaydım ve kimin düğününe gitmek üzereydik bilmiyorum. Mutfak camından dışarı bakarak yemek yediriyor annem ayaküstü. O yediğim köfte-ekmek ve ayranın tadı hala damağımda.  Bir daha hiç o kadar lezzetli gelmedi.. O günü, o anı, o tadı hiç ama hiç unutmuyorum... Burnum sızlayarak anımsadığım bir an...
 
Rahmetli babanem ve dedem Gaziantep'ten gelirdi. O bakır taslarda gelen ayranları da hiç unutmuyorum.
Bir de memleketten getirdikleri, sabah erkenden hepbirlikte toplanıp sıcak sıcak yediğimiz pideleri...

Vişne suyu ve simit. Bu hatırlamak istemediğim bir ikili.. Yine çocukken bir dönem o kadar çok tükettim ki artık vişne suyu içmiyorum kesinlikle. Simit tabii ki vazgeçilmez.
Hergün ikram edilen simitler vardı bir de yakın geçmişte.. Tadı değil ama sebebi önemliydi...

Üniversite günleri... Pizza Portifino'da yediğimiz pizzalar...

Schlotzsky's ve sıcak çikolata...

Staj yaptığım yerde içtiğim çaylar... O kadar güzel demlenmiş bir çay içmedim bir daha...

Avm banklarında yenen şekerlemeler... Mutluluk eşittir: en iyi arkadaşla yenen jelibondur o an.


Ve birlikte yenen minik çikolatalar...
Bir de o meşhur mantı...

Yazmadığım, sildiğim ve şimdi hatırlamadığım birkaç şey daha...

9 Ekim 2010

soru

''insan, rüyasında fal bakan ve geleceğine dair önemli tarihleri söyleyen birini dinlerken, tam da en heyecanlı yerinde niye uyanır?''

6 Ekim 2010

sonbahar

Eylül de bitti. Herkes çoktan işine gücüne okuluna döndü. Benimse bir şeyleri yapmamak için mazeretlerim kapıya dayanmak üzere. Bunlardan biri de üşümek. O kadar üşüyorum ki  'ne yapıyorsun?' diye soranlara sadece 'üşüyorum' demek istiyorum bugünlerde. Ama yine de bu soruya verecek cevaplarım çoğalıyor günbegün. Yeni görevler peşindeyim Joe!
Neredeyse bir yıldır, nasıl bu kadar boş ve nasıl bu kadar yoğun olduğumu anlayamıyorum zaten. Yoğunluktan blog bile yazamıyorum düşün. Birikenleri yazmak için oturduğumdaysa, ya konsantrasyon eksikliğinden takılıp kalıyorum ya da ilham perilerim yanıma yanaşmıyor. Çoğu zaman da sadece canım istemiyor.

Sadece zamana ihtiyaç var. Her şeyin zamanı geldiğinde olması doğanın en temel kanunu değil mi?. Bunu sadece kendi içine bakarak bile görebilirsin. Daha niye dert ediniyoruz anlamıyorum ki. Önce kendime sonra sana hatırlatırım dostum. Şimdiyse çorapsız gezmeme vakti. 'yaz geçer' okuma vakti... ve yazmaya üşendiğim, henüz tam da hissedemediğim pek çok serin, sarımsı ve hüzün dolu şeyin vakti... şimdiyse gitme vakti... 


*you are dinler misin gitmeden?

26 Eylül 2010

pazar akşamı

''pazar akşamlarını 'pazar akşamı' gibi hissettirmeyecek bir hayat var mıdır şu hayatta?
varsa eğer 'iyisinden' istiyorum ben onun!''

24 Eylül 2010

15 Eylül 2010

''çocuğu ilk kez okuldan dönen annenin neşesinden istiyorum.''
''yazdım. çünkü ara sıra güzel bi yazı yazmak istiyorum.''

12 Eylül 2010

yerde bulsan sayacaksın!



Annemin bugün yaptığı şey bu yandaki adama taş çıkarır cinstendi.
12 Dev Adam'ın gazetedeki reklamına bakarken, bunlar mı 12 dev adam diyip saymaya başladı: iki dört altı sekiz...
ben tabi orda kopmuşum dünyadan, anca kendime geldim. ama hala gülüyorum...

Neyse ki 15 tane çıktılar da saydığına değdi.:)

7 Eylül 2010

ayrılık zor

fotoğraf makinemi satmayı düşündüğümü söylerken sesim titriyor resmen. sahip olduğum hiçbir şeye bu kadar bağlanmamışım. ki kendisiyle uzun zamandır bir arada olsak da çok vakit geçirmişliğimiz, harikalar yaratmışlığımız yok. üstelik, ağır geldiği için sinir de oluyorum bazen. ama sürekli gözümün önünde, elimin altında. seviyoruz birbirimizi... ama şimdi kurbanlık koyun gibi karar vermemi bekliyor, yazık. :( ( kurbanlık koyun için karar gerekmez ama durumu o sanki.. anladın işte neyse...) eğer satmazsam hakkını vereceğime dair söz verdim yine. peki dedi 'başka ülkelere de gidicek miyiz?' 'gidicez yavrum gidicez' dedim. 'ama senden daha çok sevdiğim var ya onu alıcak olursam, senin papucun dama atılır haberin olsun' dedim. 'o gelirse ben zaten kendim giderim ki' dedi. bu nikon pek bir erkeksi duruyor ama hisli çocukmuş. kıyamam...
ben de öyleyim ama. o giderse arkasından söyleyeceğim şarkıyı bile seçtim:
ellerim bomboş
yüreğimde bir sızı
........

4 Eylül 2010

dinle

lost'u hiç izlememiş, en azından şarkıyla alakasını bilmeyenler için gelsin...
özgürce tatlı tatlı hayallere dalınız... make your own kind of music

3 Eylül 2010

...

''keşke beni benzettikleri kişiye sadece dış görünüş olarak benzesem.''

1 Eylül 2010

bir eylül seyir defteri

00:40
rüzgarlı, ilerleyen saatlerde yağmurlu bir eylül geliyorum diyor.

8:00
gelmiş.. bu ne soğuk!! neden barselona dediğimi daha iyi anlıyorum...

11:02:
- anlamadım kiminle?
tenay tenay. tenay hanım...
- peki. tamam!?! ( alalallaaa. ha şenaaayy!)

12:50
enee öğlen olmuş! 15 dakikada hazırlanarak kişisel rekorumu kırıyorum. yaşasın serin hava... giyinmeyi kolaylaştırıyor benim için...

14:10
yürüyemiyorum!!! görenler topuklu ayakkabıdan zanneder muhakkak ama yok değil. yüzümde de acı çeken bir ifade. içsel acıların, yoluma devam edemiyorum triplerinin fiziksel cevabı.. şimdi nasılmış demek istedi heralde. aldım mesajı.

15:00
ayy rezil oldum!! yoğun trafikli, yağmurlu bir caddede yürüyememek! buna rağmen tüm yardımseverliğim üstümde yine. 'şurdan dümdüz gidin, o caddeden yürüyünce zaten meydana çıkıyorsunuz. ayhh dizim!!'

15:20
saçma sapan bi trafikten sonra eve dönmek...

16:16
neler yazıyorsun? sorusunun cevabı 'blog yazıyorum' olmamalı. kendi adıma...
nerelisin? diyince 'antalyalı' diyen, henüz yeni konuşmaya çalışan ufaklığa istanbul tişörtü alıp gönderdim geçenlerde. diğerlerinin arasından hemen onu seçip giymiş saf... nihoho şimdi düşündüm de teyze olmak güzel:)

16:40
annem yokken, bugün ne giysem sorusunun yerini bugün ne pişirsem sorusu alıyor. hangisi daha zor bilemedim henüz. börekleri yumurtanın sadece beyazına batırıp kızartırsan daha çıtır çıtır oluyor. böyle şeyler söyleyince, en iyi tereyağının hangi sütten yapıldığı sorusu geliyor aklıma. ezgi hatırlıyor mu acaba o günü? sormam lazım... patlıcanları yuvarlak yuvarlak kesiyoruuzz...

18:50
yoruldum... en sevdiğim yemek, kolay gibi gelse de zahmetliymiş....

19:03
aylardır pek yemediğim çikolata krizine giriş.

düşündüm de bunun bi tahlili olsa, kadınlarda demir eksikliği kadar çikolata eksikliği de yaygın bir durum olur. istisnasız her tetkikte düşük çıkar oranı. zaman zaman eksi bilmemkaçlara düşer. işte o zaman da krize giriş başlar.. gelsin fıstıklılar, gelsin nutellalar, gelsin kilolar..
m&m çikolatalarının eski, ele yapışmayan çikolata temalı reklamının görseli var mıydı? sadece strateji olarak aklımda.

19:13
tek hayalim çay içerken tv izlemek...

20:15
hahah bu kadar olur! televizyon bozuldu!!

30 Ağustos 2010

mantıklı

dışarıdan bir çocuk sesi:
- 18 vitesli bisiklet 18 yaşındalar için, 21 vites 21 yaşındalar için, 5 vites de 5 yaşındalar için!!

tabi canım, tabi güzelim...

28 Ağustos 2010

dikkatli oku *

***
nasıl oldu anlamadım. yazdıklarımın hepsi tek bir tıkta gitti. kaydetti bi de blogger, geri dönüşü yok. gitti bütün bilinç akışım. şu touchpad'i yavaşlatmanın başka bir yolu yok mu? işaretçi yavaşlıyor da, daha uzaktan gördüğü şeyleri tıklıyor bu kafasına göre. böyle böyle ne yanlışlar yaptı, ne saçma yerlere tıklamış oldu şu bahtsız insan biliyor musun? kablolu mouseun gözünü seviyim. 'ben en son ne zaman makyaj yaptım acaba?' diye düşünürken yakalıyorum artık kendimi. diz ağrım yürümemi zorlaştırsa da, bi yandan da hoşuma gittiğini fark ettim. sonra da bunun komik nedenini keşfettim. iki uç noktayı da iyi tanıyınca insan ikisinden yana da olamıyor. tarafsız kalıyor zor da olsa.. birinden yana ağır basmıyor terazin. atasözleri her zaman haklı olmuyor. zira tebdil-i mekanda her zaman ferahlık olmuyor. gözden uzak olan da uzak olduğuyla kalıyor. bu böyle bilindi! bazı renklerin doğada var olmadığını zannederdim eskiden. oysaki mor menekşenin şarkısı bile var ve turkuaz doğal bir taş. bazı şeyleri yazabilmem için 'en azından' duyarlılığımı kaybedip hissizleşmem lazım. o yüzden sıradaki cümleyi yazmayıp kendime saklıyorum. bir gün sadece kendime ait bir evim olursa nasıl olur diye hayal ediyorum bugünlerde. tamam hayal olur ama hayali bile çok güzel. vazgeçmek istemiyorum. belki sonra bir ses duyarım: ''belki güzeldi filmin devamı, niye erken çıktın ki?'' erken çıktım. şimdi uzaktan bakıyorum olanlara. belki iyi. ama iyi gelmiyor. neyi iyi yaptığını bi düşün, hayatta en iyi neyi yapıyorsun sen? herkesin iyi yaptığı en az bir şey olmalıymış. yazmak iyiydi de sonuçları kötüydü bazen. aslında bir-iki cümlede her şeyi özetleyebilirim de, zaman bol... çerez filmler, çerez şarkılar... kola içip asit giderici mide ilacımı içiyorum. delinsin yasaklar!
''ne zaman gitmek istiyorsun peki?''dedi adam. ''bir an önce!'' dedim. geçsin zamanlar..

* önemli bişey yok, karmaşada kaybolma diye dedim. ;)

25 Ağustos 2010

bir yanlış bir doğruyu görünmez kılar bazen

''asıl soru(n) sen kendine inandığını belli etmezsen, başkaları nasıl inansın?'' olsa da inanmak isteyip istememekte asıl mesele.

bu pek çok duruma uyacağı gibi şu anlatacağım duruma da uyuyor kısmen:
'buraya gelirken renkli bişeyler giysen daha iyi olur' demek isteyen bir şeyler yazıyor davetiyede. sen de renkler konusunda o kadar cesur değilsin mesela. istesen rengarenk de olabileceğin halde, elime yüzüme bulaştırırsam diye korkuyorsun ve grileri, bilemedin beyazları üzerine geçirip 'nolursa olsun, beni kabul eden böyle etsin,' diyip gidiyorsun. ehh tabi renkliler kadar ilgi görmüyorsun. ben beyaz giydim ama içim rengarenk demek istiyorsun. doğru da aslında. ama o beyazları azcık renklendirsen de doğruluğunu pekiştirsen iyi olmaz mı derler adama. derler dimi?''
 ***
dikkat çekici, farklı ve yaratıcı olması gerektiği halde; klasik, sıkıcı, garantici, yazarken bile bunaldığım bir başvuru mailinin ardından... teşbihte hata olmaz diye biliyorum;)

19 Ağustos 2010

...

Hayran olduğum bir şey varsa; o da yaratıcılık ve zekanın birleşimidir.

12 Ağustos 2010

y que todo tesoro eres tú para mí

dün, ramazan ayının gelmesi münasebetiyle ilgili bir post yazıyordum ki, bana bi haller oldu. fenalaştım filan...yarım kaldı, sonra da bitirmek canım istemedi.

çocukluğumun pek de hatırlamadığım ilk zamanları dışında, hayatım boyunca kendimi en 'huzurlu' hissettiğim dönemi geride bıraktığımı düşündüğüm için, bu yıl ramazan benim için daha zor geçecek. zaten özlediğim pek çok şeyi daha çok özletecek... kahvaltının mutlulukla ilgisi varsa, huzurun da iftarla ilgisi var, en azından benim için... ama biliyorum ki hiç geri gelmeyecek şeyler fena halde özleniyor. hiç geri gelmeyecek olmasa bile(!)... böyle hissettikçe daha iyi anlıyorum. bu, insanı büyüten bir duygu. ve hiçbir yerde, hiçbir dilde rehberi yok.

insan vazgeçmek üzere olduğu şeylere daha sıkı sıkıya bağlanıyor bazen. saçlarını kestirmeye gittiğin gün saçların bi güzel görünür kıyamazsın önce... boyamak istediğinde de rengi iyi görünür. bu hep böyledir.
işinden istifa etmeyi düşünürsün, bir süre için vazgeçersin, göze alamazsın. kıyamazsın filan... sonra aradan kısa bir zaman geçer, işten çıkarılırsın. sevgilinden ayrılmaya karar verirsin ama nasıl söyleyeceğini bilmeden o sana ayrılalım der. bu da bazen böyledir. murphy kanunları sanırım.

böyle böyle bişeyler geçiyor işte aklımdan... ve daha pek çok şey... ama iki satır yazıp bırakıyorum son zamanlarda. ama zaten çok sıcak, bir de şimdi aç susuzken her şey fazla geliyor di mi?

yormadan yol gösterici bişeyler izleyelim, okulayım. müzik dinleyelim filan...

bu arada, başlıktaki cümlenin anlamı çok ama çok güzel...

11 Ağustos 2010

baksana biraz

her şeyden ve herkesten bağımsız, eski absürt şiir denemelerinden...

*** 
Sana bi'şey sorucam. Ama sorsam n'olucak?
Bir cevap vermezsin de, hem versen n'olucak?
Yeni bir söze başlamam zor. Pek sırası da değil.
Hatırlatmak istemem, ki zaten tarzım değil.
Ama sana bi'şey sorucam.
Hani bir resmim vardı orda?
Tuval üstü yağlı boya
Sahi n'oldu ona?
Tamam sil, her şeyi sil.
Hiç izim kalmasın. Her şeyi sil!
Öyle yok olmam bunu da bil.

***

10 Ağustos 2010

ne demiş III

''olduğun yerden etrafına bakınca her şey bu kadar değişmişken, hiçbir şeyin değişmeyeceğini sanmak ne tuhaf...''

4 ağustos/bursa

7 Ağustos 2010

''dün, başka bi şehirde güneş başıma vurup 'git burdan burası bizim!' dedi. ben de istanbul'un nemli kollarına attım kendimi.''

''milletçe virgül olarak 'çok sıcak' dediğimiz şu günlerde, kullanması zor olsa da, daha fazla akıl ve fikire ihtiyacımız var. zira benimkiler buharlaşıp uçuyor.''

ledorita, ingilizce cümleler kurmaya çalışırken...

konuşma

-çok canım sıkılıyo, kuş vuralım istersen.

anlamsızlıktan öte gidemediğimde dinleyip duruyorum bu şiiri.
istersen sen de dinle...

2 Ağustos 2010

...

böyle, secret'a filan inanıp evrene mesaj göndermekle oluyorsa eğer mesajım şudur: bi dağılın!
olumsuz ve saçma sapan her şeye...
yazıyım ki gerçek olsun.

30 Temmuz 2010


hala before sunrise/before sunset'i izlemeyeniniz varsa bi' an önce izleyin derim.
ben galiba before sunrise'ı daha çok seviyorum. kaçıncı defa izliyorum bilmem... foto da en sevdiğim sahneden... fondaki şarkıyı dinlemek için bile değer...

27 Temmuz 2010

biscotti



Henüz çifte kavrulmamış haliyle, nereyi netlediğim belli olmayan fotolarla biscotti...
bloga renk katsın biraz:)

Ada bebekler!

Çok sıcak, nemden kafam buharlaşmış gibi ve bunca derdin arasında dert edindiğim şey bu! Evet!
Allahım kabus gibiler... ''ada bebek bir yaşında, ada kreşte bugün ne yapmış bilio musun?, 'ada kızım geeel' ''
Kız erkek ayırdetmeden çocuğunun ismini Ada koyan aileler! Kabus gibisiniz!!!
Hepiniz bir adaya düşüp mahsur kalın olur mu?

--
Bu ismi seven, şimdi okuyup da 'aa niye öyle diyosun ki' diye düşünen arkadaşlarım var mı bilmiyorum... Birinden şüpheleniyorum gerçi!:) okuyunca kendini ele verir!

24 Temmuz 2010

23 Temmuz 2010

22 Temmuz 2010

16 Temmuz 2010

beirut

bu grubu çok seviyorum. herkese olur mu bilmem? bana oluyor... bazı müzikler ve bazı insanların sesleri sanki benden çıkıyormuş gibi geliyor.. içimden çıkıyormuş gibi... hani ben söylesem, o hislerimi tam da tonda, öyle anlatırmışım gibi. oldukça geniş bir müzik yelpazesinde hem de... gökdemir ihsan formspring'te oyunculuk üzerine bir soruya şöyle bi şey demiş; ''biz yazarlar duyguyu anlayamıyoruz. 'bu duygunun tonu ne?' '' çok hoşuma gitti bu. işte benim için yaz akşamlarını tarif edecek duygunun tonu, beirut oluyor sanırım... hem hüzünlü, buruk, hem de umutlu gibi... hafif serin yaz akşamları, ne kadar mutsuz olursam olayım en sevdiğim zaman dilimi... şu an bile...

15 Temmuz 2010

cannes lions 2010

ads of the world'de...

bloga twitter muamelesi yapmak

en başından gossip girl izliyorum. filmlerden sonra ingilizce çalışmanın en eğlenceli yanı şu ara... tabii ki çalışmayla hiç alakası yok ama ben varmış gibi yapıyorum... mola verdikçe bi nevi çerez...;)

ne demiş II

''Bir çizer olsaydım köşemin adı 'bana her şey seni hatırlatıyor' olurdu. Ama ömrüm her şeyi çizmeye yeter miydi bilmem.''

ne demiş

''İnsan ne tuhaf, speedtest yaparken bile birini özleyebiliyor.''

14 Temmuz 2010

öfff!!

bazı şarkılar, bazı anlara cuk diye oturuyor... geçmiş bir güne...
bir-ikisi dışında burda paylaşmadığım bazı şarkıları evde birileri varken yüksek sesle dinleyemiyorum... aslında hiç dinlemesem daha iyi...
bugün neden gelmedin

13 Temmuz 2010

...

bu böyle...
hafif tatlı bir rüzgar eserken ne güzel geliyor bu şarkı...

11 Temmuz 2010

nedir bilir misin II

bazı kelimeleri kullanırken, bazı cümleleri kurarken, bir şey anlatırken; bin kere düşünüp, bin kere vazgeçiyorsan, geri dönüşü olmadığında da pişmanlıktan ölüyorsan...
incelikten değil, düşünceli olmaktan değil... insan kendini incitmekten bile bu kadar korkmuyor... beni aptal yapan bu duyguyu fark ettiğimden beri daha çok seviyorum...

dünya kupasına inanmıyoruz ama bi roque santa cruz var!


şimdi bu başlık ve iki satır yazı çok fena anahtar kelimeler içeriyor. ama nice aramalar boşa çıkacaktır, üzgünüm... aradığınız şey muhtemelen burda yok...

---
ben: bu akşam final maçını izliycek miyiz?
ablam: o ne be?

konuyla bu kadar alakasızız... ama hangimizin daha alakasız olduğunu merak ettiğim için denemek istedim...

evin karşısındaki sahada vuvuzela çalıyorlar! öyle bi ses geliyor ki, sanırsın dünya kupası burda oynanıyor.
dün akşamki maçta almanya desteklenirken, ''niye almanya? almanlar yenince biz de yenmiş mi sayılıcaz'' derken, cümleyi yarıda kesip içime kaçtım... babalar futbol meraklısı olmasa da bu işler böyle pis şakalara gelmiyor galiba...
ve galiba gönüller hollanda'dan yana... böyle daha güçlü bi enerjisi var sanki..  ama ispanya ince ince alır gibi gelse de, sonuç hollanda'dan yana olur gibi... ama ben ispanya olsun istiyorum sanki... yaa evet!

en cahil, en gereksiz ve en kahin yorumlarımla...

maç sonrası edit: dünya kupasına inanıyoruz, bi casillas var!

sonuç; abla dev ekranda, ledorita evde maçı izler...
baba; ''ofsaytın ne olduğunu valla ben de tam bilmiyorum!'' der.
casillas ağlar...




































































































































esinlenme

''en sevdiğim isim tamlaması 'canımın içi' 
tüm eksiklerimi seninle tamamlıyorum.''   

9 Temmuz 2010

leica

leica aşkım depreşti. bi gün benim de bi leica'm olucak. basıcam deklanşöre basıcam deklanşöre!:))

tembelliğe övgü

son günlerde bi yandan sıcakla boğuşurken, dışarıda yapılması gereken işler nedeniyle koşturdum durdum. ve sanki aylardır yapmadığım şeymiş gibi evde takılmayı özledim... bugün de tam miskinlik günü oldu.. hava serin, dışardan çocuk sesleri de gelmiyor. en rahat, en salaş ev kıyafetlerini giyip kucağında laptopla pineklemek hiç bu kadar zevkli olmamıştı...
stumble-moda blogları-gazeteler-ads-stumble
battı balık...

7 Temmuz 2010

bir dilek tuttum


Bu Nepal gazetesinden yapılmış poşetlere bayılıyorum. İki bilezik için ihtiyacım olmadığı halde şımarıklık yapıp isterim isterim dedim. Fotoda ürünü ön plana çıkarmışım ama olsun;)
*
Sanırım, böyle bir kara sevda dinleyerek öleceğim! Son bir iki haftadır sürekli bunu dinliyorum. Anneme 'bana bişey olursa bu şarkıyı çok severdi diye hatırlarsın' diyince bi güzel azarladı tabi:)  'ama ne güzel dimi, dinleyelim dinleyelim' diyerek durumu hafifletmeye çalışıyorum...
**
Küçük kızla bir sürü oyun oynadık. Her şeyden habersiz, neşe içersinde... Kapıdan yolcu ederken bile son kez dilek tutmaca oynadık. Kapkara gözleri ışıl ışık parladı, küçük bir hile yaptı ve 'dileğin gerçekleşecek' dedi. Bunu hile yapacak kadar çok istedi. Küçücük bir çocuğun temiz kalbine mi emanet şimdi dileğim? Öyleyse içim rahat...

sahibinin sesi

85 yaşındaki büyük halamın dün bana hediye ettiği 45'liklerinden... arkadaşlarının ve eşinin imzaları var üzerlerinde... gözyaşları eşliğinde emanet etti.. ne güzeller...

2 Temmuz 2010

deneme bir kii

blogspot sağolsun, kullandığım temayı değiştirmek zorunda bıraktı beni. çok da seviyordum halbuki ama kodlarına mı bişiy oldu nolduysa gitti güzelim desenleri. bi sürü tema denedim ama hiçbirini beğenemedim. en sonunda, madem öyle bi özellik yaptınız kendim tasarlıyım dedim. bu da pek bi soğuk oldu sanki hmm? bişeyler eksik gibi ama ne bilemedim.

allahım nelerle uğraşıyorum!..

26 Haziran 2010

nedir bilir misin?

Yerden kilometrelerce yüksekteyim.
Her şey kabus gibi geliyor. Derin bir nefes alıyorum, korkum geçmiyor. Düşmekten ya da ölmekten değil, sadece o anı yaşamaktan rahatsızım. Kalbim sıkışıyor, nefes alamıyorum. O an bile göğüs kafesime oturup kalmış o ağırlığı hissedebiliyorum.

Yerlebirim.
Denize bakıyorum... Uçsuz bucaksız.... Ben de onun kadar uçsuz bucaksızım... Yok.. Kalbim yumruğum kadar olamaz...

Yeraltındayım..
O keskin rutubet kokusu, yavaş yavaş gelen müziğin sesine karışıyor... Acalem yok ama hızlı adımlarım... İçimdeki ağırlık daha da ağır..
.
Bir an oluyor.
Hiçbir şey hatırlamıyorum... Hiçbir şey hiçbir şeyi çağrıştırmıyor. Ama bi'şey oluyor ve gözlerim doluyor... Boğazımdaki düğüm izin vermiyor yutkunmama bile... Sonra geçiyor... 
''Bi'şey mi oldu?''
''Yoo..'' içimden fısıldıyorum, kimse duymuyor...

Bazen ince keskin bir sızı... Bazen göğsümde bir ağrı... Her tat buruk...
Ne yapsam yarım.
Ne yapsam..?

Aslında her şeyi biliyorum. Anlıyorum. Her bişeyi ayırdım tek tek... Her şey yerli yerinde. Hiçbiri bitebilmiş değil. Ama bak işte bunlar geçmişimiz, bunlar geleceğimiz ki zaten yoklar..(mı).. hepsiyle ne yapmam gerektiğini biliyorum artık. Bir bu kaldı. Bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum... Bi bunu bilmiyorum. Kimse de söylemedi.  Dert değil ama. Sadece bir his...
Hafızamın her köşesinden uzak duruyorum... Unutmaktan deli gibi korktuğum anılara yanaşmıyorum.
Ama geçmiyor, hafiflemiyor... Her anımda, her yerde...

Her şeyin reçetesi yazılıyor da bi bunun ilacı yok.
Bi bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum...  

Dert değil ama. Sadece bir his...

20 Haziran 2010

...

Eve dönmek güzel... Sabahında alınan kötü haberlere rağmen güzel...
Ama madalyonun tatsız yüzündeyim bugün maalesef. Belki yarın diğer yüzünü anlatabilirim...

Şimdilik burda havalar böyle...

6 Haziran 2010

roads

nedendir bilmem, ne zaman uzun yola çıkacak olsam hep yağmur yağıyor. gittiğim yer de öyle olacak... üstelik dış dünyayla bağlantım da kopacak... diye tahmin ediyorum. bakalım... dönüşte heyecan verici bi iş görüşmesine gidicem. o yüzden bi an önce dönmek istiyorum aslında...
öyle işte... yani alakasız aslında ama;
bye bye, happiness.
hello, loneliness.


bilenlere not: bu yazıya uygun bir 'yol' fotoğrafı bulamadığıma inanabiliyor musunuz? :)

4 Haziran 2010

''4''

dedim ki;
'bişey yapamaz mıyız?''
''napıyım zamanı mı durdurıyım?
''ne biliim.. engel olsak, bi tanıdık filan yok mu araya adam koysak!?!''
''hahaha olur.''

ama olmaz... zaman durmaz... o gün hep gelir, sen de hep gidersin...

29 Mayıs 2010

not:

yayınladığın yazıda geçenlerin artık çok da doğru olmadığını fark edince, garip bir huzursuzluk kaplıyor insanı... sonra siliyorsun  ya da gereksiz buluyorsun, kendini gizlemek istiyorsun falan filan...

ama şimdi dursun bu böyle. bakarsın yarın gerçekten de tam olarak öyle hissederim. hem hissetmesem nolur:) Eski bir Çin atasözü şöyle dermiş; ''Takma kafana ahbap, kartları kader karıştırır, sen de oynarsın.''

Hi everyone!

''Tam üç yıl olmuş dün. Az önce fark ettim.''
Son günlerde Emre Aydın dinleye dinleye böyle oldu. Ben de az önce fark ettim. Ne tesadüf. Bir kapıdan girmişim ve her şey değişmiş. Bunu daha sonra anlatıcam. Şimdi burda uzatamayacağım maalesef.. Çünkü Caffe Nero'nun nimetlerinden faydalanıyorum.
Şu limonata gibi berrak, huzurlu, taptaze görünmek gerek artık bugünlerde. Ehh zor ama tabi. Hayatımın karanlık filan değil ama, her şeyimi kaybettiğim, en boktan zamanlarını yaşarken limonata gibi görünmek kolay değil. Zamana güvenmiyorum, hayata güvenmiyorum. En sevdiğim şeyleri alıp giderken, yerine yenilerini getirme ihtimalini istemiyorum! Belki de saklanbaç filan oynuyordur bilmem ki.''

Üç gün önce böyle bişeyler yazmıştım ama sonra vazgeçtim nedense. Düşündüklerim biraz farklı ama durum pek farklı değil, şimdi de Starbucks'ın nimetlerinden faydalanıyorum :)

Ama artık zamana güveniyorum.

Son günlerde zihnimde görüntüler, kelimler, fikirler uçuşuyor. Uzun zamandır ilk kez üretmek istediğim bir şeyler var. Uzun zamandır ilk kez heyecan duyuyorum. En güzeli, görünürde işle ilgili filan değil. Yeni bir hayata başlar gibi heyecan verici.
Bazen 'ben şunu yapmak istiyorum' diyip durduğun ya da kurduğun hayaller, ulaşılamadıkça o kadar sıradanlaşıyor ki... Bir süre sonra, üretecek ya da hayalini kuracak yeni bişeyler kalmayabiliyor. Anlamından yitirebiliyor. Bütün bunların dışına çıkıp uzak olmayan ama yine de bambaşka bir şey yapmayı düşünmek... Bilemiyorum...Yenilenme düşüncesine bile ihtiyacım olduğundan cazip geliyordur belki...

Demem o ki bir projem var. Gerçekleşmesi biraz zor ama imkansız değil. Bu fikri seviyorum. Limonata gibi olmamı sağlıyor.;)

Derin bir uykudan uyanmış gibiyim ve umarım geçici değildir. Herkese günaydın!

24 Mayıs 2010

...

''Aslında hep ordaydı. Fondaki sesler, gizli servis ve hatta nükleer savaş tehdidi gibi, zamanla alıştığımız şeyler gibiydi.''

Yıllar sonra özleyip tekrar izlemeye başladığım Dawson's Creek'ten...
Kimse bişey anlamaz belki ama böyle hissetmesem de, o kadar tanıdık ve bildik bir his ki...

21 Mayıs 2010

dear google,

Benim doomgünümü de böyle aksiyonlu bi şekille kutlarsan pek sevinirim. plz ltfn tşk..

20 Mayıs 2010

niye böyle?


Her sabah uyandığında, her günün sonunda.
Her son yudumda, her yolun sonunda...
Hep aynı soru düşer aklına; niye böyle? niye?

18 Mayıs 2010

zaman zaman...

''Malesef yan etkisi olmayan, tanrı armağanı bir ilaç yok daha. ama her şeyin zararını giderecek bişeyler var bu dünyada... ironik oldu galiba; zaman bazı şeylerin acısını giderecek, zamanın acısını başka bir şey giderecek, hiç "tam" olamayacağız ama yine de bişeyler diğer şeyleri düzelticek bizde iz bırakma pahasına...''
                                                                                   FepAden


17 Mayıs 2010

turn to the left turn to the right

N'aber blog?
İyi diyelim iyi mi olalım?
Sen de az klişe değilmişsin hani! 
Sessiz geçen zamanı telafi edecek bir şey yazmayacağım. Üzgünüm.

*
''
Televizyonda, konuşan bir adam görüyorum. O adamla ilgili şeylerden uzak kaldığım için bile üzüldüğümü hissediyorum. Hayat ne acayip!
*
Zaman her şeyin ilacıdır ya hani.. Ama tüm ilaçlardan daha çok yan etkisi vardır. Fakat kimse bundan söz etmek istemez.
*
Oysa, Baykal'ın istifasını bile konuşabilirdik.

Hayat cidden acayip!

30 Nisan 2010

iç ses...

''Tam o kadar zaman... Peki yine aynı şeyi hissettin mi? Hayır. Hem öyle olsa... Öyle olsa bile...''

26 Nisan 2010

korkma ben varım

''Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde. Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.'' 

Üzerine bir süre başka bir şey okumak istemeyeceğim kadar sevdiğim,
Korkma Ben Varım'dan...

eski defterler...


Kitapların, defterlerin, fotokopi ders notlarının kenarlarına yazılmış 'ders dışı' konular... Bazı dersler dinlenemeyecek kadar sıkıcı ya da basittir. Ve yapılacak en iyi şeylerden biri 'kanka' ile yazışmaktır. Fakat yıllar sonra baktığınızda, o zaman için önemli göründüğü halde şimdi neden bahsedildiğini anlamak bile pek mümkün olmuyor. O dönem önemsermiş gibi yaptığım şeyler. Önemsediğimi sandığım insanlar... Bir sürü kağıt, bir sürü yazı... Bazılarını yırtıp attım, bazılarına gülümsedim.  (2005'e ait postlarımı da buna benzer sebeplerden sildim.) Fotoğraftakilerin kenarlarında pek bişey yok çünkü en sevilen derslerden...
Ama diğerlerinden şöyle şeyler çıkabiliyor, ki bunlar paylaşılabilecek olanlar...
'' Hmmm ben de arada kekle kahve içtim. Filme de biraz geç girdim, sonra mecburen çıktım. Ama keşke çıkmasaydım.'' ( Hangi filme? Neden mecburen çıktım ki? Okuldaki film gösterimlerinden birinde olsa gerek? Hiçbir fikrim yok! )
 '' Masada Murat diye bir arkadaşları da vardı. Hani mavi gözlü olan. 
Ben sadece B.ile konuştum. Anlattım biraz. Ama Murat da anladı sanırım bi'şeyler olduğunu. ( Murat kimdi? B'ye ne anlattım? Bişeyler dediğim B.'ile aramızda olan şey mi? Hiçbir fikrim yok!) 
'' Ezgiii, ben bişey diycem ama saçmaladın deme?''
'' Söyle canım?''
'' Ben derse girmek istemiyorum, eve erken gitmek istiyorum, gidelim miii??''
''Şimdi saçmaladın!''
''öfff!''
(Bunu tahmin ediyorum. Okulda fena halde sıkılıyordum ve ev-okul arası
50 küsür km olunca böyle oluyor. Hadi bi okula uğrıyım, aman yok canım istemedi gidiyim olamıyordu maalesef. Böyle merasimler gerekiyordu.)

falan filan... ve daha bir sürü şey... yani diyeceğim o ki; zaman pek çok şeyi değiştirir ve öğrenci olmak özlenir. ya yaa...

Edit : Ezgi'mden misilleme... bakınız...

16 Nisan 2010

renkli ve lezzetli...



 Son günlerde özellikle şu siteden çıkamıyorum. 
Bu gidişle sektör değiştirmeye ciddi ciddi karar vereceğim. Nereye baksam, dekorasyon ve yemek görüyorum. Algılarımın seçiciliği bu yönde ağır basmaya başladı. Galiba pek çok alanda, güzel olan her şeyi bir araya getirip hayal bile edemeyeceğim bir görsellik oluşturmak niyetim. (vaoov! bunu kariyer hedefime yazsam nası durur?) Ama insan, hem fotoğrafta, hem sinemada, hem mutfakta yapamaz bunu böyle değil mi? Üstelik hiçbiri asıl işi değilken..

...

Hayır, martılara simit filan atmadım. Daha önce gitmediğim bi aile çay bahçesinde denize karşı oturup çay söyledim. Yanımdaki masada oldukça yaşlı bir amca oturuyordu. Bana baktığını görünce belli belirsiz gülümseyip selam verdim. Sevindi. Sonra, çayımı içerken saati sordu. 'Beş buçuk' dedim. Ardından telefondan kontrol ediyim diye bir baktım ki dört buçukmuş. Kolunda saat var telefona bakıyorsun diyerek güldü. Ben de güldüm. Saatim zaman ayrımı yapmakta biraz çekimser kalıyor da... Amca bişey daha derken, güneş gözlüğümü çıkardım. Gözlük takma gözlerin çok güzel dedi bu defa.. Güneş rahatsız ediyor da dedim. Etraftakiler mi rahatsız ediyor? dedi. Yok yok güneş dedim. Birlikte güldük yine... Biraz sonra kalkmak üzere toparlanırken 'sana gazete vereyim okursun' dedi. Teşekkür ettim. Ben her gün burdayım. Bir senedir hastaydım evden çıkamıyordum, şimdi her gün yürüyorum buraya kadar dedi. Geçmiş olsun dedim, gülümsedim. Sonra ismini söyledi. Tokalaştık, memnun olduk, gitti. Ben de bir süre gülümseyerek gazete okudum.

Son birkaç yıldır, yeni tanıdığım yaşlı insanlarla konuşmayı çok seviyorum nedense. Adeta şehirlerarası otobüslerde konuşmaya can atan yaşlılar gibi oldum. Onlardaki hayat tecrübesi bazen tek kelimede bile kendini gösteriyor. Ve size söylediği tek bir şeyde bakış açınız değişebiliyor. 
Bu yüzden, yaşlı olmayan 'büyük arkadaşlarımı' özlüyorum bu ara... 
Ama eskisi gibi olur mu bilmem ki...

Sonra sahilde gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin yanından geçtim. Ne kadar sıradan olsa da, o an istesem böyle bir fon müziği bulamazdım kendime. Doğal olan, kendiliğinden var olan tüm bu rastlantıları seviyorum. Ve nasıl oluyor bilmiyorum ama bir yandan çok genç olmaya imrenirken, bir yandan da o olgunluğa, artık çözülecek, hissedilecek, şaşıracak, acıtacak bir şeyin kalmamış olmasına, o bilgeliğe özeniyorum. Çünkü bu zamanlar çok zor. Ama çok da güzel...

15 Nisan 2010

kaybetmek

''Arada birbirimizi kaybettiğimiz iyi oldu. Bir şeyin kıymetini bilmenin en klasik yolu onu kaybetmektir.''

Emrah Serbes demiş bugün. Ne güzel demiş...

Ama bir de tam tersi var. Fakat bunu düşünmek istemiyorum. Demiştim ya, günden güne her şeye olan inancımı kaybediyorum. Artık hiçbir şeye inanmıyorum. Tabii ki tek bir şey hariç. Aslında O'na inandığında hayata ve insanlara dair her şeye inanman gerek. Ama öyle olamıyormuş her zaman. Yok, düşünüp durmuyorum. Sadece farkına varıyorum. Hepsi bu.

Geçen gün film festivaline bilet almak üzere Taksim'e gittim. Tahmin ettiğimden daha kalabalıktı ve beklemeyi gözüm kesmeyecek kadar çok sıra olmasa da gözüm kesmedi. Bilet sırası ve seansını bekleyen heyecanlı ve ciddiyetle önemseyen insanların arasından 'aman sanki çok umrumda' diyip gittim. Değerini bilmediğimden değil, cahilliğimden değil. Yanıbaşımda okunmayı bekleyen kitaplar, bir kenarda birikmiş izlenecek filmler yüzünden... Çünkü bana söyleyecekleri hiçbir şeyi umursamıyorum. Uzaklaşıp duruyorum. Belki onların da kıymetini kaybedince anlarım. Fakat yine de, bu fazlasıyla boş zamanların en iyi yanı, çok şey öğretmesi oluyor galiba. Garip bir bilgi hazinesi oluşturuyorum kendime. İçinde herhangi bir duygu ve yorum barındırmayan her türlü bilgi.
Belki gerçek hayatta bir işimize yarar öyle değil mi?

Yarın tam bir yıl oluyormuş. 'Ne?' diye sorarsın. Çünkü hatırlamazsın. Tarihler mühim değil çünkü. Nasıl olsa,  ne olduğunu asla unutmazsın.

 Fondaki şarkıyı kapatım gitmeliyim şimdi. Belki martılara simit atarak bir İstanbul klasiğini gerçekleştiririm. Sonra da belki... ''Seni beklerim öptüğün yerde.''

12 Nisan 2010

ben bişey fark ettim

* İşte o saçma sapan adımlardan birini atıp da başvurduğuna pişman olduğun bir iş görüşmesine giderken 'inşallah olmaz, inşallah olmaz' diyip, görüşmeden çıkarken 'inşallah olur' dedikten sonra, haber beklemek daha da heyecanlı oluyormuş.

8 Nisan 2010

...

''bugüne dek attığım saçma sapan adımları birleştirsem, şimdi dünya turunu tamamlamak üzere olurdum.''

 ledorita sazanaki - istanbul, 2010

3 Nisan 2010

''ağlarken gülümsemeye başlayan insanın yazıya yansıması''

Ama ben... Bunca gürültünün, yorgunluğun, telaşın, sorumluluğun, çok da sahici olmayan şeylerin arasında, tek gerçek bildiğim yere sığınmak istemiştim. Bir an bile olsa... Bir tek orada gerçekten yaşadığımı hissettiğimden, sadece orada huzur bulduğumdan, dünyayı unuttuğumdan, mutlu olduğumdan, en çok orada ben olduğumdan, gücümü orada bulduğumdan...Yani sadece o zaman 'tam' olduğumdan... ya da sadece ve sadece orada olmayı istediğimden...
Ama hep kapıda kalıyorum. Hep yarım kalıyorum...
Buna da alışıyorum. Yine de her defasında unutur gibi tekrar yola çıkıyorum.

Her şey ne tuhaf... Aslında hiç istemediğim bir şeyin peşinden koşuyorum bir de... Malum; iş hayatı, fırsatları değerlendirmek ve peşinden koşmak üzerine kurulu. İstediklerinin peşinden koşarken daha çok düşüp yaralanıyor insan. Daha çok kırılıyor. Ama bu kapılar kapansa da umrunda olmuyor. Umrumda olmuyor çünkü o gerçekten ben değilim. Çünkü o kırılgan hassas kızı gizliyorum. Hayallerini de gizliyorum. Zorululuklar kalıyor geriye... Onlara da istiyormuşum gibi davranıyorum ki bir yere kaçmasınlar...
Bu da klasik bir insan psikolojisi ama işte. İstatistik vermiş gibi olmayayım ama etrafında gördüğün her iki insandan biri gibi yani. Senin gibi, o karşındaki ve yanındaki gibi mesela. Bildin dimi?

Bu baharın gelmesi beni iyice çileden çıkarıyor. Kendime uzaktan bakıyorum. Google Earth'ten bakar gibi...  Gördüğüm tablo güzel ama içinde olduğu yeri beğenmiyorum. 'Halin hiç hoşuma gitmiyor çocuk' diye sesleniyorum. Yanımda birileri beliriveriyor. Boşuna uğraşma duymaz diyor. El sallıyorum, çırpınıyorum bakıyor da görmüyor şaşkın. Aman bırak ne hali varsa görsün diyorum. Uzaklaşıp gidiyorum. Sonra ver elini New York sokakları... Google Earth'le seyahat etmek pek konforlu olmasa da, ürün yelpazesi oldukça geniş:p


Bir de, o fotoğraf ertesi gün geri geldi. her şeye rağmen gereksiz çabalar bunlar...

*başlık da salvador dali resimleri oldu sanki.

2 Nisan 2010

...

***
sanki içimsıra bir resim seyrediyorum
çakı uçlarıyla mı etime çizilmiş
bir okyanus içsem bitmeyecekmiş
delirmeye yakın bedevî susuzluğum
***

attila ilhan

29 Mart 2010

17

Tam 17 yıl sonra aynı yerdeydim bugün. Çocukluğumdan kalan sevdiğim bir fotoğraf vardı. Aynı parkın aynı yerinde durup aynı pozu verdim. Onu burada paylaşamayacağım için, baharın gelişinin resmi olarak bunu çekmiş oldum. Öyle işte...

28 Mart 2010

başlık bilemedim...

* Daha profesyonel düşünmeliyim. Aile gibi olmadığımızı pek çok açıdan belli eden insanlara neden hala ailemmiş gibi bakıyorum, öyle hissediyorum? Neden aslında belki de hiç olmadığım halde onlardan biri gibiyim?. Taa ilk günden beri 'ait olduğum yerde' olduğumu hissediyorum ve neden şimdi uzakken sanki evimden uzakmışım gibi geliyor? 'O' öyle olduğu için mi, sanmıyorum. Peki bunun ne anlamı var? Her şeyi zorlaştırmaktan başka kime ne yararı var? Daha profesyonel düşünmeliyim.

* Bazen o çok korktuğum şeyin, yani sevdiklerimi kaybetmenin hayalini kuruyorum. Hayal değil tabii, öyle bişey olsa naparım diye düşünürken buluyorum kendimi. Herkes gibi. Sonra üzülüyorum filan... Ama gel gör ki gerçek hayatta azıcık kötü bişey yaşasam donup kalıyorum. Ne ağlamak, ne başka bişey... Tuhaf bir sessizliğe bürünüyorum. Sonra çözülüyorum ama. Bu da korkudan sanırım. Ne yapacağını bilememe korkusu. Düşünürken, öleceğimi sandığım şeyler gerçek olunca, aslında içim parçalanırken, sanki pek üzülmemişim gibi, durgun durgun davranıyorum. 'hmmm hadi yaa' gibi tepkiler veriyorum. Kendimi, duygularını haddinden fazla belli eden insanlardan sanırdım. Bir çeşit yanılgıymış demek ki. Bir çeşit diyorum çünkü her zaman öyle olmuyor. Duygularımı belli etmiyim diye diye böyle olduk demek... 

* Hasta olunca yüz ifadem tamamen değişiyor. Aynaya bakınca kendimi tanıyamıyorum bugünlerde. Makyajdan ümitliydim ama o da toparlayamadı:) Sesim de detone olmuş karga yavrusu gibi. Burnu kıpkırmızı bi karga yavrusu ama..Öffff!

* Evet, pek yazasım yok bu ara. Yazdığım taslaklar da pek bi duygusal tarifler. Onlara da fazla kaptırmayalım ama değil mi? Zaten şimdi de blog değil kişisel ağlama duvarı oldu sanki. Belki yarın ilginizi çekecek bişeyler yazabilirim. Burayı seviyorum.

24 Mart 2010

sonradan not:

'Hiçbir şey umrumda değil'in alt metni bazen de, bazı yerlerde 'o kadar umrumda ki... yazamıyorum, konuşamıyorum bile...' dir. Yani basit bir 'insan psikolojisi' durumu. Bildin dimi?

23 Mart 2010

Today

Hiçbir şey umrumda değil.
İyi ya da kötü hiçbir şey. Daha doğrusu, umrumda olanlar burada bahsedebileceğim türden şeyler değil. Gündelik hayat her zaman üzerine iki satır yazılacak gibi olmuyor. Çünkü bazen, bazı gerçekler o kadar gerçektir ki... Tek kelimeyi dahi kaldırmaz, ki zaten içinden de gelmez. Ne demek istediğimi anlayanlar ve hissedenler vardır mutlaka.

Buna rağmen iki satır yazayım istedim. O iki satır da, 'öff ama!' diye başlar 'öfff ama! diye biterdi. Fakat anlamsızlığın lüzumu yok. Anlamsızlık demişken;

* Tam iki yıl önce bugün bir fotoğraf çekmişim ve tam iki yıldır cep telefonumun duvar kağıdı olarak duruyor. 'Görmek istemediğim' kızgın ve nadir anlarda, değiştirdiğim birkaç saat veya birkaç gün dışında... Fakat bu sabah kalıcı olması niyetiyle değiştirdim. Baktığımda orda olması, her şey bir yana garip bir güç veriyordu bana. Hala da veriyor... Ama şimdi bi'şeylere anlamlar yüklemek anlamsız gelmeye başladı. Böyle olmaya başladığında neler değişmiştir bilmem. Değişen bi'şey olmasa bile insan yaptığından vazgeçebiliyormuş bazen. Kendine kızmanın da bir noktası olabiliyormuş. Ne kadar sürer bilmem tabii...

* Bugün okuduğum bir yazıya o kadar şaşırdım ki... Böyle şaşırmaların ve üzülmelerin ardından genelde mantıklı bir açıklaması gelir, o zaman içim rahatlar... Fakat bunun mantıklı olsa da duygusal hiçbir açıklaması yok sanırım. Ya da tam tersi.

* Özlemek ve birkaç şey sesli olmuş! Yani sıkı okuyucum, sevgili arkadaşım E. bu şiirimsi yazıyı okumuş, üstelik çalmış! Müzikli bir şiir olmuş yani. Sanırsın ki Yılmaz Erdoğan şiir okuyor!:) İlk kez duyduğum bir sesten kendi satırlarımı dinleyince gözlerim nemlenmedi desem yalan olur. Fakat bunu sizinle paylaşmamaya karar verdim. Çünkü okuyanların aklında, benden başka birinin sesiyle kalmasını isteyemeyeceğim kadar özel satılar onlar. Yani akıllarda 'bir ses' kalsın istemedim. Kötü mü ettim? Üzgünüm ama böyle :)

18 Mart 2010

sen nasıl bir insansın

oldukça 'yorgun ve duygusuz' olduğum halde bir şarkı dinledim bugün. bazı kısımlarıyla, ağlak ve arabesk hislerimin tercümanıymış meğer. nakaratını dinlerken gülümsüyorum çünkü bu hallerimle eğlenebilmeyi de seviyorum sanırım.

sagopa - kolera, rap ve arabesk dinleyebilecek olanlar şurdan buyursun;
sen nasıl bir insansın?

15 Mart 2010

keep left

Odamın duvarına asıyorum bunu. Nedenine dair hiçbir fikrim yok.:)

26 Şubat 2010

vogue tr'den kareler...

derginin sayfalarına gömülmeden önce, modayla ilgisiz fotoğraflar...

24 Şubat 2010

bütün kara parçalarında, afrika dahil*

bu özgürlük, zamansızlık güzel de... çalışmayı özlemeye başladım. daha doğrusu düzenli hayatı... fakat iş ilanları bana göz kırpmıyor. o yüzden ben de hayalimdeki işlere göz kırpmaya başlıyorum. ama bu şimdilik iyi değil. yemek ve sinema sektörü biraz daha bekleyebilir... aslına bakarsan çalışmaya da pek niyetim yok. zira bazen çok saçma geliyor.. fakat daha fazla saçma gelmeden bir iş bulup çalışmam gerek...

galiba hayatımda ilk kez 'geçmiş zamanı' özlüyorum... bugüne dek ne çocukluğumu özledim, ne başka bir zaman dilimini... sadece bazı kimselerin hayatta, bazılarınınsa hayatımda olduğunu özlemiş olabilirim... şimdi keşke orda olsam demiyorum fakat içim sızlıyor bazı bazı...

heyecanlanmayı özlüyorum bir de... bahar kıpırtılarını...

izlediğim bir dizide bir kadın var... onda kendimi görüyorum bazen... hikayesinde biraz ve hırçınlığında, zoraki gülümseyişlerinde, gücünde ve zaafında...

bişeyler izlemek iyi geliyor bazen, unutabiliyor insan, kendini kaptırabiliyor, başka bir hayatın içinde hissedebiliyor.. bu yüzden reklamları sevmiyorum. çünkü reklamlar başladığında her şeyi hatırlıyorum, yüzüme gölgeler düşüyor... reklamlar başlayınca... ne kadar ironik !

yüzümdeki ifadenin anlamını biliyorum, sessiz sakinliğimin sebebini biliyorum... ama herkes farklı algılıyor.

yaşam destek ünitesi misali dostlarım; 'hayata dönüş operasyonu' hazırlıyorlar benim için... sanki hayatta değilmişim gibi.. bir enkazı kaldırmak ister gibi, savaşta aldığım yaraları iyileştirmek ister gibi... yapılacaklar ve yapılmayacaklar listesi uzayıp gidiyor... liste gidiyor da ben hala olduğum yerde...

''İnancını yitirirsen Tanrı sana sırtını döner. Ne Tanrıya ne insanlara bir yararın kalmaz. İşte benim sonum böyle geldi.” (**)

bazen her şeye inancımı yitirmenin eşiğine geldiğimi hissediyorum. orda takılıyorum bi süre... ve sonra geri dönüyorum... bazen daha çok inanarak, bazen değişerek... bu defa fazla oyalandım sanırım o eşikte... 'her şey anlamsız da bi sen mi anlamlısın?' diyorum içimdeki sese... o da 'evet' diyor utanmadan... ve aklıma sorular üşüşüyor; insan bazen kendine bile güvenemezken, nasıl oluyor da 'içindeki sevgiye' bu denli güvenebiliyor? ve bunu anlamak/anlatmak neden bu kadar zor oluyor?

her şeyin bir tek sebebi ama pek çok sonucu olması ne kadar garip öyle değil mi?...

şu yazdıklarım, yaptığım ve yapmadığım her şey.. kendime sorduğum sorular... dert ettiklerim... ya da öyle göründüğüm her şey... aslında o kadar önemsiz ki... çünkü insan bir iki cümleyle anlatamıyorsa asıl derdini ya da bir şeyi gizlemek istiyorsa, çok konuşur, çok laf eder... küçük şeyleri büyütür, didikler durur, yüksek sesle güler, süsler püsler...

ve birine kızmak ister ama kızamazsa etrafındakileri kırıp döker... kendi dahil..
biri onu sevmiyorsa kimse sevmesin ister... kendi dahil...
onu umursamıyorsa hiçbir şeyi umursamaz, umursanmak da umrunda olmaz...
biri ona inanmıyorsa, hiçbir şeye inancı kalmaz... kendi dahil...

tüm yaptığım bu.

---

* cemal süreya
** perhan


not: bu kadar açık ve kişisel bir yazı kime ne ifade eder bilmem. umarım okunmaya değecek bir sebep bulursunuz içinde..

fotoğraf: bir gün eski işyerimdeki masamda bulduğum ama şimdi kimlerin yazdığını unuttuğum not.

18 Şubat 2010

yanılgı

''bunca zaman ve bunca şeyden sonra yanlış anlaşıldığını anlamak ne garip.
üstelik tek kelime etmeden... ''

16 Şubat 2010

...

yazılara, şiirlere dökülünce çok mu sahte sandın aşkı?
bakabilsem doya doya
dokunabilsem, duyabilsem, söyleyebilsem...
tek bir satır bile yazmaz,
seni seviyorum der, susardım...

*

15 Şubat 2010

....

Sonra bir ses şöyle dedi;

''Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur.'' *

ve...

''Sonra gelip bana baktı.

İçinden geçen seslere kulak vermemek için bir şarkı tutturdu ve gitti. Sesini duyamayacağım kadar uzaklaşmıştı ki durdu ve geri döndü. Ne zaman geri dönse, gideceği vakte az kalmış demekti.''

2 Şubat 2010

Breakfast at Tiffany's

bu havada evde olmak varken, sabahın erken saatlerinde dışarda tek başına amaçsızca kalmak, gidebileceğin en uzak ve en sevdiğin yerlere sürüklüyor insanı... üşüyerek ve isteksiz de olsa... kitabın, müziğin, fotoğraf makinen... eldivenlerin ve şapkan... bolca da zaman...

...

kimseye kendini savunmak zorunda kalmak istemiyorsan, anlatma!
tüm iyi niyetle verilen akıllar ve yargılamalar bilmekten gelir.
o halde kimse bir şey bilmesin. içine at ve anlatma!

özlemek ve birkaç şey...

birini özlememeye çalışmak; birkaç film ve birkaç kitap
özleyince unutmaya çalışmak; birkaç film daha...
yazmaya çalışıp da yazamamak...
sesini unutmaya çalışmak; birkaç şarkı
gülümseyişini unutmaya çalışmak; yabancı yüzlerle tanışmak...
ve bulamadıkça hatırlamak...
birini aramamaya çalışmak, birkaç sokak, birkaç cadde adımlamak
yürümek, yürümek, yürümek...
üşüyüp yorulup bir çay içmek
çay içip de unutmaya çalışmanın saçmalığını anlamak...
birini özlemek; geri kalan her şeyi anlamsızlaştırıp
soluk ve ağır çekim yaşamak...
uykuya kaçıp rüyalarda teslim olmak...
yüksek sesli ve kalabalık yaşamak,
öyleyken hissetmezsin ya belki...

birini özlemek;
filmlerle, kitaplarla, şarkılarla, dostlarla avunmaya çalışıp
yapamamak...
yazamamak...
susmak ve susmak...

---
ledorita

23 Ocak 2010

kendine ait bir gün

* Evde olmak daha güzel olsa da, olumsuz hava koşullarına ve tüm uyarılara rağmen çıkıp fotoğraf çektim.
* Kartopu oynayanların yanından sessizce geçip gülümsedim,
* Karda koştum, zıpladım, basılmamış kara bastım, kendi kendime eğlendim.
* Dışarıdan nasıl göründüğüm zerre umursamadım.
* Korkunç ve buz tutmuş tahta bir köprüden geçtim. Korkmadım.
* Üşüdüm ama çok eğlendim.
* Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm...
* Zorunlu olarak uğradığım İstiklal gördüğüm en tenha günlerinden birini yaşıyordu.
* Sonra film gibi bir mizansen...

* Ve günün en mutlu eden şeyleri... kendini sevindirmeyi bilmeli bazen...

19 Ocak 2010

dengeler...

Bazen uçlara savruldum, uçtum
Orda düşler gördüm, sonra düştüm.

En küçük umutsuzluk ayağıma takılıyor
Bir an tökezlesem gardım düşüyor.
Tutunacak dalım yok!
En küçük umut ayaklarımı yerden kesiyor
Ama tutunmaya niyetim yok!
Uçabilirim, düşebilirim...

Ama şimdi dengeleri korumam gerek.

15 Ocak 2010

belki de...

herkes aynı şeyi söylediğine göre, gerçek olma ihtimali olmalı.

5 Ocak 2010

...

aptallık bu bildiğin.. ama niye bu kadar güzel?

1 Ocak 2010

dipnot

yeni yılın ilk gününde atılan, yeni bir adım olmamalı bu. olmamalı.. olmasın...

Pages - Menu

Popular Posts

takip edenler

Blogger news

Blogroll

About

Blogger templates

Kişisel web sitesi Kişisel web sitesi